28 Haziran 2011 Salı

AŞURE’ NİN YENİ TARİFİ


1939 yılında kapandı kapılar. Ortadoğu’nun ortasına yeni ve anlaşılmaz bir sınır daha çizildi. Zaman içerisinde akrabalar birbirine yabancılaştı ve daha kötüsü beyinlerde de sınırlar oluştu. Mesela bu bölgede halen birinci derece akraba olan birçok aile birbirlerinden haberdar değil. Çünkü binlerce yıl aynı coğrafyanın ve kültürel çeşitliliğin parçası olan halklar sınırların masa başında çizilmesiyle aşuredeki tahılların tek tek ayrıştırılması gibi birbirlerinden ayrılıp ayrı kaplara konuldu. Ama fark edildi ki ayrı kaplara konulan bu tahıllara ne katarsak katalım, ne soslar eklersek ekleyelim tek başlarına pek tatları tuzları yok. Bazı tahıllar ancak başka tahıllarla bir araya gelince gerçek lezzetleri ortaya çıkar. Tahılların bir araya gelip birbirlerinin aromasından, tadından ve suyundan tatmaları gerekiyormuş. Yani şebk* olmaları gerekiyormuş. Aşçılar yanılmıştı. Her şey tariflerde yazdığı gibi olmuyormuş. Lezzetli bir yemek için içgüdülere, yaşanılmışlıklara ve ağız tadına da ihtiyaç varmış. Şimdiye kadar tahıllarla sadece karnımızı doyurmuş, yaşamak için bu yemekleri yemişiz. Zevk, keyif ve ağzımızın talep ettiği damak tadını kaybetmiş daha da kötüsü bunu çok doğal bir olay gibi algılamışız. Daha doğrusu aşçılar bu malzemelerle ancak bu kadar lezzet yaratılabileceğine dair yalanlar söylemişti bize. Ama artık bu aşçıların işine son vermenin zamanı gelmişti. Bu kadar çok lezzetli, bereketli tahıl, meyve, su ve baharat varken bu kadar sasık ve tatsız aşure yapmak, malzemeleri bu kadar kötü kullanmak kabul edilebilecek bir şey değildi.
Ortadoğu’da aşure yeniden eski tadına dönüş yolunda. Ayrı tencerelerde pişirilen tahıllar tek bir kazanda toplanmaya ve pişmeye başlıyor. Aşureye son iki yıldır yeni tahıllar ekleniyor ve yavaş yavaş yeni tatlar ortaya çıkıyor. Bahsettiğimiz aşure Türkiye-Suriye arasındaki vizenin ve psikolojik sınırların yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla pişiriliyor. Bu yeni lezzetli tadı yaşlılar biraz anımsıyor, gençler ise yeni bir yemek keşfeder gibi; ama yaşlıların tecrübelerine de güvenerek zevkle yemeye başlıyorlar.
Ortadoğu artık sadece savaş, yoksulluk ve bağnazlıkla anılmıyor. Türkiye diğer komşularıyla olduğu gibi güney komşularıyla da ilişkileri olağanüstü seviyede geliştiriyor. Avrupa Birliğini çağrıştıracak bütünleşme çalışmaları hız kazandı. Sınırların gevşemesinin barışı hızlandıracağına dair ütopya gerçeğe dönüş yolunda. Her alanda başlatılan bu atılımların son birkaç ay içerisinde Antakya’daki yansımalarını görelim:
Birincisi, vizenin kaldırıldığı geçen Ramazan Bayramından beri Türkiye’yi ziyaret eden Suriye vatandaşlarının sayısı ikiye katlandı. Antakya’daki çarşı, pazar, otel ve lokantalardaki Suriyeli akrabalar daha görünür olmaya, Arapça daha çok duyulur olmaya başlandı. 70 yıldır zayıflamaya başlayan Antakya’nın tarih boyunca var olan çok kültürlü, dilli ve inançlı özelliği tekrar canlanma yoluna girdi. En çok ziyaret edilen mekânlar Suriyelilerin de kutsal saydığı ve aslında kültürel olarak o coğrafyanın devamı olan kiliseler, camiler, Arap-Alevi türbeleri ve havralardır. Bu mekânların en anlamlısı ve Antakya’yı özetleyen eseri Habib-i Neccar Camisi’dir. Bu camiye ismini veren Habib-i Neccar (Hz. İsa’ya inanan ilk kişi) Sünniler, Arap Alevileri (Nusayriler) ve Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilmektedir. Caminin içinde Kuran-ı Kerim’de de geçen Hıristiyan azizler Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlus) türbeleri bulunmaktadır. Habibi-i Neccar Dağı’nda ise Nusayrilerce kutsal kabul edilen Habib-i Neccar ziyareti (türbesi) vardır. Bu dini mekânlar üç farklı inanç sahipleri tarafından ayrım yapılmaksızın ziyaret edilmektedir. Suriye’den gelen misafirler artık bu mekânları ziyaret edebiliyor ‘sevgiliye hasret’ böylece bitiyor. Aynı zamanda kendilerini bu mekânların ve coğrafyanın bir parçası olarak hissetmeye başlıyorlar.


İkincisi, iki ülke sanatçı, yazar ve akademisyenleri arasında başlayan etkileşim ile yıllar önce koparılan beslenme damarları tekrar güçlü düğümlerle birbirlerine bağlanıyor ve taze kanlar şehirleri karşılıklı olarak tekrar beslemeye başlıyor. Antakya’ya gelen edebiyatçılar Türkiye edebiyatının büyük kalemlerini merak ediyor ve çevrilmek üzere ülkelerine koliler dolusu kitaplar götürüyorlar. Güçlü ve yüklü Arap müziği Antakya’nın sokaklarında, kahvelerinde ve evlerinde tekrar can buluyor. Mesela Lübnanlı sanatçı Fayruz’un- her ne kadar bu topraklardan hiç ayrılmadıysa da- Li Beirut, Hibbaytek şarkıları artık daha gür bir şekilde Asi Nehri boyunca, zeytin tarlalarında ve Tini Rakılı sofralarda yankılanmaya başlıyor.
Son olarak, bu yakınlaşma batılı kimliği de olan Türkiye’yi Ortadoğu’ya, Suriye’yi de daha fazla Avrupa’ya yakınlaştırıyor. Görünür gelecekte bu yakınlaşma Ortadoğu barışını ve medeniyetler arasındaki yakınlaşmayı ciddi bir şekilde tetikleyecektir. Kim bilir belki ilerde Doğu ve Batı’nın kendine özgü çok güçlü tatlarından, çok lezzetli ve çok özel yeni bir aşure pişirilebilecek. Yeter ki bu aşureye her tür tahıl girsin, hiçbir tahıl birbirine baskın gelmesin ve aşureden herkes istediği kadar yiyebilsin. Bu bir ütopya diyeceksiniz belki; ama unutulmaması gereken gerçek, bu toprakların tarih boyunca ütopyaların en çok üretildiği ve gerçekleştiği yer olduğudur.  
Ve şimdi Arap edebiyatının üstadı Lübnanlı şair Halil Cibran’a (1883-1931)  kulak verelim.

Nebi** adlı kitabından bir bölüm:


Birbirinizi seviniz, fakat sevginizi zincirlemeyin.
Sevginiz, ruhunuzun kıyıları arasında kımıldayan bir deniz olsun.
Birbirinizin kadehini doldurunuz, fakat tek kadehten içmeyin.
Birbirinize ekmeğinizi sununuz, fakat aynı lokmayı yemeyiniz.
Beraber terennüm ediniz, raks ediniz, eğleniniz, neşeleniniz; fakat her biriniz tekliğini unutmasın.
Çünkü bir udun telleri, aynı nağmeyle birlikte titrer, fakat her biri ayrı ayrı.
Kalplerinizi birbirinize veriniz, fakat her biriniz kendi kalbine sahip olsun; çünkü kalbi, ancak Hayat eli koruyabilir.
Birlikte durunuz, fakat birbirinize fazla yaklaşmayınız. Çünkü mabedin direkleri de, birbirinden uzak durur. Ve meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez

*  İç içe girme. Örülme (Arapça)   
** 2009, Pınar Yayınları
 18/2/2010 mehmet ateş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder