11 Ağustos 2011 Perşembe

Kanyonda; Bir Şehirde İki İklim






Hava sıcak değil adeta kaynıyor. Biraz uzağa bakınca buhar sis gibi görünüyor. İzmir’desin. Bu havada dışarı çıkamazsın. Kitap okumaya, TV izlemeye, en yakınındaki ile sohbet etmeye çalışıyorsun. Olmuyor. Deniz çekmiyor seni çünkü su ilik sahil sıcak. Bunalmış, ağızdan cansız çıkan sözler ve bıkkınlık hali. Bu durumda ne yaparsın? Kemalpaşa’da kanyon yürüyüşü! Vücuda ve beyne tekrar hayat verebilmek için bundan daha etkili bir etkinlik olamaz. Peki nerede bu kanyon? İzmir’e 30 km mesafedeki Kemalpaşa ilçesinden geçip, kiraz bahçelerinin arasından süzülüyor ve Yiğitler köyüne varılıyor. Oradan da orman yoluna sapınca adeta Karadeniz başlıyor. Üstü sıcak bir İzmir içi ise serin bir Karadeniz. S çizen yollardan dağ yolunu takip edip çamlara ve yeşilin coşku veren güzelliklerine doyunca istediğiniz bir noktadan soğuk suyun aktığı dere yatağına ve kanyona varıyorsunuz. Güzellikleri uzakta aramayın derler ya. Gerçekten de öyle. İsviçre, Slovenya ya da Avusturya Alplerine çok benzeyen ve masallarda anlatılan canavarlara benzeyen yarılmış dağ şekilleriyle karşılaşınca insan sevimli ama sarı ve kurak İzmir’de olduğunu unutuveriyor.
Doğadaki hayvanlar ve bitkilerle bütünleşerek yaşamaya niyeti ve küçük küçük eylemleri olan biz beş arkadaş gözümüze kestirdiğimiz bir yerden kanyona giriyoruz. Buralar bize biraz tanıdık geliyor çünkü kışın hem kar yağdığında gelmiş hem de baharda iki kanyonun birleştiği noktada yabani bir kamp yapmıştık. O, uzun, soğuk ve eğlenceli gecede çadırda uyurken kanyondan akan suyun coşkun sesi ve başta domuz olmak üzere birçok hayvanın çıkardığı sesleri kendimize ninni yapıp ürpererek uyumuştuk.  Sabahleyin de hemen dibimizde suların çılgınca aynı noktaya dökülmesiyle oluşmuş kazanda yüzmüştük. Kar suyu idi. Soğuktan vücudumuzun yandığını hissetmiştik. Allahtan kamp arkadaşlarımız ateşi hazırlamışlardı. Isınmış ve donlarımızı kurulamıştık.
Bugün de hedefimiz kanyon içinden sulara gire çıka o noktaya ulaşmak. Ancak yürüyüşe başlar başlamaz bu hedefin çok büyük olduğunu herkes kendi içinde fark etti ama kimse kimseye belli etmedi. Daha yüzüncü metrede belimize kadar sulara battık. Gerçi zaten amacımız yürürken ara ara yüzmek ama bu bizi bayağı yavaşlatıyordu. Artık ilerleyişimiz birbirimizin ellerinden ne kadar tutacağımıza bağlıydı. Sandaletlerimizle bazen suyun içinde yürüyerek bazen de kayalarda geyikler gibi seke seke ilerliyorduk.  Bu arada hava durumu tamamen değişmişti. Kanyonda akan serin su ve kanyonun üzerini örten sık ağaçlar sayesinde vücudumuz serinlemiş ve yanımızdakilerle sohbet edecek kıvama gelmiştik. İnsanın doğa içinde yürürken bir sonraki metrelerde neyle karşılaşacağını bilememesi çok ilgi çekici bir şey. Dünya ile bağlantının kopması, sıcakta bile çiftleşeceğim diye inat eden çırcır böcekleri, kuş sesleri ve çok yüksek çıkan Yılmaz’ın sesi ile aynı anda iç yolculuklarımızı da yapıyorduk. Belki de modern dünyadan yalıtılmanın ve insan doğamıza çok yakın bir ortamda olabilmemiz sayesinde iç dünyamıza daha fazla dalabiliyor, daha güçlü hayaller kurabiliyor ve pozitif bir ruh haline giriyoruz. İç yolculuğumuzdan çıkmamıza Engin’in yakında Avrupa’ya ilk defa yapacağı seyahat ile ilgili planlarını anlatmaya başlayınca çıkıyoruz. Engin heyecanlıydı ve bu heyecanı bize de bulaştı. Hayalperest ekibimiz her zamanki gibi “hadi gelecek sene hep beraber yurt dışı gezisine çıkalım” fikrini ortaya attı. Nerede kalınır, hangi tarihte gidilir, kimler ziyaret edilir? soruları sorulur sorulmaz hızla cevaplandırıldı. Hayal dedik ya. Böyle zamanlarda gerçekleşmeyecek olsa bile heyecanla planlar yapmak herkesin hoşuna gidiyor.
 O anki coşkulu ve pozitif bir havayı ne bozabilir? Elbetteki kanyon içinde zaman zaman önümüze çıkıp modern şehir hayatını hatırlatan plastik poşetler, şişeler ve gazete kâğıtları. O anda doğayı bu kadar sevip de bu kadar kirleten bir toplum olduğumuza hayretler ediyorum. “Şehirde insan güvenliği için polis sistemi var da peki doğa güvenliğini sağlayacak ekip neden yok?” diye sorguluyorum içimden. Çöplere çok kızan Yılmaz’ın kanyonu titren kızgın sesi geliyor gerilerden. Ancak o anda bir fikir aklıma geliyor. Yaz sonu bir kampanya organize edip bu çöpleri toplayabiliriz. Aynı zamanda belediyeye de çöp bidonu ve uyarı levhaları koyması konusunda baskı yapabiliriz. Ve kampanya sonunda bir piknik ve eğlence düzenleyebiliriz. Sanırım bu fikri sadece burada bırakmayıp pesinden gidip gerçekleştireceğiz aksi takdirde o çöpler derenin coşmasıyla denize taşınacak. 
Önden yürümek ve bir sonraki doğa parçasını görmek için sabırsızlanan ben elbette ki sarı, siyah ve yeşil renklerinin karışımından oluşan sanat harikası yılanları görme fırsatı yakalıyorum. Ve yılandan korkan Züleyha ve Emine gelmeden onların kaçmalarını sağlıyorum. Ancak ara ara karşımıza çıkan  kelebek cennetlerini hep beraber izlemek için mola veriyor; o sırada da ben, engin ve yılmaz sulara dalıyoruz.  Az sonra bir şelaleye varıyoruz. Kola ve bisküvi yiyip şelalenin altında mütevazı bir pazar keyif yapan gençler çıkıyor karşımıza. Yol konusunda bilgiler veriyorlar. Ama ben pek dinlemeyip kendimi atıyorum birkaç metre yüksekten akan şelalenin altına. Sırtıma masaj yaptırıyorum. Bu çeşit bir masaj en iyi masörün yapacağı masajdan bile daha keyifliydi. Sonra diğer arkadaşlar geliyor yanıma. Zülü ve içinde bir can daha taşıdığını yeni öğrendiğimiz Emine kayalar üzerinde tırmanış işine giriyorlar ve bu işi çok güzel başarıyorlar. Kanyon, su ve doğa kız arkadaşlarıyla kaçamak yapmak isteyen motorlu gençlerin ilgisini çekiyor tabiî ki. Dere kenarında ilerde anlatacakları maceralı anılar biriktiriyorlar. İlerde şöyle anlatacaklarını duyar gibiyim. “ O zaman genciz tabiî ki. Delikanlılık var kanda. Atmışım manitayı arkama. Kız ısrarla `yavaş sur` dediği oranda ben hızla sürüyorum motoru. O zaman yol mol yok tabi. Abisine yakalanmak riski de var. Sonra kuytu bir yerden dere yatağına iniyoruz. Kızı tam öpeceğim, aşağından bir grup deli geliyor. Kanyon yürüyüşü yapıyorlarmış. Sövdüm saydım içimden ve oradan uzaklaştık. “ O deliler bizdik. Gülümsedim.
Hedefe ulaşamadan açlık baş gösterdi. Gözümüze kestirdiğimiz bir yarıktan ana yola doğru tırmanışa başladık. Her adımda hava durumu değişiyordu. Serini bırakıp sıcakla tekrar buluştuk. Ve daha kötüsü asfalttan geri döndük arabamızı bıraktığımız yere. “Hadi yürürken güneşlenelim” deyip bu sıcağı olumluya çevirmeye karar verdik ve üstlerimizi çıkardık. İçinden geçtiğimiz kanyonu bu sefer yukardan izleye izleye geri döndük. Yorgun, aç ancak rahatlamış ve dingin. Bu geziye nasıl bir mutlu son bulabilirdik? Arabayla dönüş yolunda Kemalpaşa’ya 5 km kala Artvin ve Erzurum’dan gelen insanların kurmuş olduğu Örnek köy’deki yol üstünde sevimli bir aile lokantasında enfes cağ kebabı ve yeni koparılıp közlenmiş biberini yemek fikri coşturdu herkesi.  Sevimli küçük garsonu, Ali ve Karadeniz yüzlü-sakin, beyaz ten ve açık mavi gözler- annesi eve gelen misafirlere memnun etmek ister gibi hizmet etti bize.  Burayı not ediyor ve yolda yeni planlar yapmaya devam ederek evimize dönüyoruz. Yanı başımızda hiç saklanmadan duran ve az zahmetle ulaşılacak güzellikleri keşfe devam…
                                                                                                            Mehmet, İzmir, 09 Ağustos 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder