2 Kasım 2013 Cumartesi

ISFAHAN NASV-E CİHAN (Dünyanın Yarısı)

Sabahın erken saatinde İsfahan’a ulaşıyor ve 25 kuruş (TL) ödeyip halk otobüsüne biniyoruz. Hüzünlü, sıra dışı ve mutlu biten bir hikaye yan koltukta bizi bekliyordu. İngilizce konuşmamıza kulak kabartan ve fena halde yıpranmış görünen bir adam sevimli bir şekilde sohbetimize (İngilizce) dalıyor. Bu şehre çok uzaklardan büyük bir buluşma için gelmiş. Neden mi? Savaş ve barışın iç içe geçtiği ilginç hikayesini dinliyoruz. İran-Irak savaşı sırasında esir düşüyor ve Iraktaki bir kampta 8 yıl esir kalıyor. Bu sırada “ailem kadar yakın” dediği birçok Iraklı dost ediniyor. Cephede birbirlerini boğazlamak için gönderilen insanlar doğal hayat akışı içinde yakın arkadaş olmuşlardı. Bu durum beni şaşırtmıyor.  İşte o dostlarından bir tanesi 20 sene sonra onu ziyaret etmek için İsfahan’a geliyor. Anlatırken boğazı düğümleniyor ve ağlamaya başlıyor. Aklıma 8 yıl süren o katil savaş geliyor. İran-Irak savaşı sonucunda iki taraftan 500 bin kişinin ölüyor. Sebepsiz. Bu savaşın taze izleri bu insanda olduğu gibi kentlerin ve köylerin her yerinde görünebiliyor. Savaş kurbanlarının fotoğrafları caddeleri, evleri ve kutsal mekanları doldurmaya devam ediyor. 1979 İslam devrimi ve uzun süren yıpratıcı İran-Irak savaşında yaşanan trajediler İran halkını olgunlaştırmış. O
yüzden İran’da meydana gelecek olan bir sonraki toplumsal dönüşümün ne olursa olsun kansız ve şiddetsiz
olmasını istiyorlar. Yani devrim değil evrim istiyorlar. Bunun için de çok beklemeye razılar. En son dört yıl önce 5 milyon kişi ile alanlara sessiz ve pankartsız çıkmalarına rağmen rejimin uyguladığı şiddet sonucu 100 kişi ölüyor. Bundan da fazlası ile ders çıkarmışlar. Bu seyahatimde muhafazakâr yönetim ile daha fazla özgürlük talep eden halk arasında ciddi bir fikir ayrılığının varlığını gözlemledim. 40 yıllık İslami rejim 4000 yıllık güçlü ve yerleşik Fars kültürünü istediği şekle sokamamış. Tanıştığım insanların rejim ile ilgili eleştirileri sansürsüz, aleni ve korkmadan yapmaları beni şaşırttı ve sevindirdi.
Kendimi adamın hikayesinden ve İran’ın toplumsal hareketlerinden zorla uzaklaştırıp İsfahan’ın güzelliklerine
bırakmaya çalışıyorum. Otobüsten dışarı bakınca ağaçlar ve yeşil başka şeyler görmeme müsaade etmiyor. Bu kent geniş caddeleri, devasa meydanları, parkları, masal sarayları, çok kültürlü yaşam dokusu, cana yakın insanları, çok eski ve çok renkli
taştan kapalı pazarları, kendinden emin, bakımlı, hayatın her alanında var alan Farsi kadınları ve karmaşık trafiği ile içinde var olmaktan büyük bir keyif alacağınız bir tiyatro sahnesi sanki. Tarihte güçlü Safavi devletinin başkentliğini yapmış olmanın verdiği gururu ve gelişmişliği her zaman hisseden bu nazlı kent Nasve Cihan benzetmesini fazlası ile hak ediyor. Sırf bu kent için İran’a gelinir. Gelince de geri döner misiniz bilmem.
Kentin içinden geçen çok geniş yataklı Zaranderud (Hayat Veren) Nehri üzerine kurulu bulunan 24 gözlü ve
133 metre uzunluğundaki Khaju köprüsü üzerinde ve altında gezinmek, fotoğraf çekmek, sırtını taşlara verip kenti ve insanlarını seyre dalmak yorgunluğunuzu ve geldiğiniz memleketi unutturabiliyor. Zira bu köprünün altı ve üstü sosyal hayat alanına dönüşmüş durumda. Kızlı erkekli gençler, aileler, çocuklar sırf vakit geçirmek ve nefeslenmek bile bu devasa köprüye geliyorlar. Tüm baskıcı yönetimlerde olduğu gibi
sokaklarda, pazarlarda ve hayatın her alanında gençlerin özgürlük alanlarını genişletmek için kıyafetlerini daha çok açmayı, dünya ile daha fazla iletişim kurmayı, popular müzikler dinlemeyi ve teknolojiyi sonuna kadar kullanmayı tarz olarak seçtiklerini göreceksiniz. Bu derin isteği kızıl taşlı köprüde de gözlemleyebiliyorsunuz.
İsterseniz köprünün biraz uzağında konuşlanıp gece altın ışıklar altında ya da gündüz gözü ile şahane fotoğraflar çekebilirsiniz. Köprünün gözleri önünden geçen farklı ve renkli Isfahan portreleri fotoğraflara görsel ve içeriksel derinlik katacak. Mesela iki katlı köprünün alt gözlerinin önünden yürüyen saçı hemen hemen tamamen açık, makyajlı ve kot pantolonlu bir
kadınla üst gözlerin önünden geçen kara çarşaflı bir kadını aynı kare içine alabiliyorsunuz. Bu arada bu iki kesimin memleketimizdeki muhafazakâr-laik çatışmasına benzer bir çatışma içinde olmadıklarını gözlemliyorum. Diğer yandan objektifinize hoşunuza hiç gitmeyen kareler de girecek. Zaranderud Nehri yakın
zaman önce susuz kalıp kurumuş. Sebebi ise nehir suyunun komşu kent olan Yazd şehrine aktarılmasıdır. Yani anlayacağınız milyon yaşında olan Nehir başka bir kente hayat vermeye çalışırken kendini öldürmüş. Yatağında ise bir yılanın girebileceği büyüklükte geniş çatlaklar oluşmuş. Şimdi İsfahanlılar bu nehre suyu ve hayatı nasıl bir daha getirecekleri konusu üzerinde kara kara düşünmekteler. Zira nehirsiz bir İsfahan uzun süre canlı kalamaz.
Sadece İsfahan’da değil İran’ın genelinde beklediğimden çok fazla sayıda müze, sanat galerisi, heykel, meydan, saray ve park olduğunu görünce çok şaşırdım. İnsanlar da sakin, stresleri az, yardıma hazır ve dünyaya çok açıklar. Sık sık ve farkında
olmadan bir sarayın bahçesine giriyor yeşilin, suyun, sarayın ve içlerinde yaşayan insanların dengeli birlikteliğini görüp şaşırıyorum. Kimi zaman da satranç oynamak için özel masaların yapılmış olduğu ağaçların arasındaki saklı yeşil köşelerde satranç oynayan insanları fark ediyorum. İşin ilginci bu oyuncaların bazıları satrancı grup halinde oynuyormuş gibi oynuyorlar. Dışardan oyuna müdahaleler yapılıyor, itirazlar geliyor, gülüşmeler ve kızmalar ardı arkasına akıyor. Bu manzaranın içine kolaylıkla dahil olabiliyorsunuz. Mizah dolu amcalar da size mahalleden birisiymişsiniz gibi davranıyorlar. Türkçedeki Farsça sözcükler, bildiğim Kürtçe kelimeler ve en etkili silah olan vücut dili iletişime yardımcı oluyor. Bu sevimli manzara satrancın Pers
kültüründe çok geçmişten gelen önemini ve günlük hayatın içindeki sağlam rolünü tekrar hatırlıyor insana.
Genelleştirmelere pek inanmasam da içinde mizah kırıntıları olan şeyleri duyunca paylaşmadan edemiyorum. İran’da İsfahanlıları cimriliklerinden dolayı İskoçlara benzetiyorlar. Muhammed bununla ilgili bir fıkra anlattı. Bir zaman hükümet yol ücretlerini 100 Tümenden 50 Tümene indiriyor. Normalde memnuniyete karşılanması gereken bu icraata İsfahanlılar şiddetle karşı çıkıyor ve protesto gösterileri yapıyorlar. Neden diye sorulunca da; “İşe yürüyerek gidiyoruz. Eskiden günde 100 Tümen tasarruf ediyorduk. İndirim yapılınca bu tasarruf 50 Tümene indi. Bu durumda zarar ediyoruz.” Böyle işte.
Antikalar İçinde Bir Dünya: Nargile Evi
Tarihi pazara yakın ve antikalar arasında zor fark edilebilen bir mekana giriyoruz. Salaş eski bir hanın içinde antikaların arasında kaybolmuş ve minicik bir insana dönmüş eski bir milli güreşçi olan Reza Karyani dede ile karşılaşıyoruz. Aynı zamanda bir derviş olan bu bilge insan kafeyi para için değil muhabbet için çalıştırıyormuş. Duvarlarda, tavanlarda, sırtımızı dayadığımız her yerde yani kısacası her boş santimde yüzlerce eski lamba, nargile, bıçak, kap kacak, balta, ayna ve siyah beyaz fotoğraf gözünüzü alıyor.
Yanlarınızda nargilenin dumanı ile oyun oynayan ihtiyar ve gençlerle Ortadoğu masalı içinde imişsiniz gibi hissediyorsunuz. Antikaların büyüsüne kapılarak içeriye kadar süzülen insanlar burada karşılaştıkları hava ile yerlerinde kalakalıyorlar. Tıpkı benim tecrübem gibi. Antikalar diyarında sürekli oturup oradan ayrılmak istemiyorsunuz. Nargilenin, antikaların ve aş denilen leziz yemeğin kokuları gelince başka bir ülkede ve kültürde olduğunuzu hissediyorsunuz. Bu da çok hoş bir duygu, değil mi? Arkadaşım Muhammed elimden bırakmak istemediğim leziz nargileye bakıp Fars dili ile; “Ğayluna (Nargile) acımıyorsan vücuduna acı. Hadi gidelim, görecek çok yer var” diyor. Nargileye acıyor ve çıkıyoruz. Mekandan çıkarken yıkık dökük
hanın bakırcı, demirci ve tenekecilerini geziyoruz çok eski tarihte geziyormuş gibi. Ayaküstü muhabbetlerimizi yapıyoruz birçok çalışanla. Her zamanki gibi birbirini tanıyan iki insan gibi sohbete başlıyor ve yüzlerin hemencecik gülmesi rahatlatıyor. Bu arada konuştuğum hemen hemen her insanın dünya siyasetini yakından takip ettiğini fark ediyorum. Türkiye’den ve dünyadan konuşurken kelimelerin arasına dostluk sözlerini katmayı da ihmal etmiyorlar. Kara elleri olan mavi gözlü ihtiyar bakırcı
sitillere çekiçle şekil verirken şaka ile karışık şöyle söylüyor: “Türkiye-Iran dost ama liderler alık.”







Kentin Ruhu ve Nefesi: Nakş-ı Cihan Meydanı (İmam Meydanı).
İnsana hayranlık ve küçüklük duygusu veren böyle büyük bir meydan ve onun etrafında gelişen böyle bir hayat alanını hiç görmemiştim. Nakş-ı
Cihan Meydanından bahsediyorum. Tamamı yeşil alandan oluşan meydanın ortasındaki havuzları, fıskiyeleri, faytonları, turistleri ve yüzlerce dükkanın oluşturduğu dikdörtgen şeklindeki mimariyi seyredince şaşkınlıktan gözünüzü bile kırpmak istemiyorsunuz. Dört yönde dört şaheser yükseliyor gökyüzüne.  Güneyinde mavi işlemeli seramiklerle devasa Şah Cami, batısında Ali Kapu, doğusunda Şeyh Lütfullah cami, kuzeyde ise Büyük İsfahan pazarı yer alıyor. Bu ibadethanelerin devasa büyüklükte yapılma sebebini o anda anlıyorum.
Yücelikleri Tanrıyı çağrıştırıyor ve böylece insanda teslimiyet duygusunu uyandırıyor. UNESCO dünya mirası listesinde yer alan ve dünyanın en güzel meydanları listesinde başlarda bulunan bu geniş alanda yeryüzünün her yerinden gelen meraklı turistler ve seyyahlarla karşılaşıyorsunuz. Bu meydanda çimlere yayılmalı, azıklar yenmeli, fotoğraflar çekilmeli ve çok çeşitli ziyaretçiler izlenmeli. Kızıl taşlardan yapılma eski pazarına girdiğinizde geleneksel ürünler satan dükkanların hepsine bakmaya ve ya içlerine girmeye kalkışmayın. Zira bunun için en az bir güne ve bir beygir gücüne ihtiyacınız var. Renkli ve heybetli tavanlar ve sergilenen renkler başınız havada gezmenize sebep oluyor. Güvenilir, güler yüzlü ve sakin satıcılar huzurlu ve sessiz bir alışveriş yapmanızı sağlıyor. Fiyatlar Türkiye’ye göre daha ucuz ve genelde pazarlık yapılmıyor.
İran’da Büyük Ermeni Mabedi: Vank Katedrali
Irana gelmeden önce bu ülkede kendi halinde yaşayan ve kentin kültürüne ciddi bir katkı sunan bir Ermeni nüfusunun olduğunu bilmiyordum. Olsa bile yoğun bir baskı gördüklerini ve kendilerini saklama ihtiyacı hissettiklerini sanıyordum. Hâlbuki öyle değilmiş. Ermeniler sokaklara açılan kiliseleri, dükkanları, okulları, gazeteleri ve sanatları  ile şehirde çok görünür biçimde yaşıyorlar. Kapısında güvenliğin olmadığı kiliseleri ve insanların haç kolyelerini korkusuzca gösterebildikleri bir şehirde toplumun kadim bir dokusu olarak bu topraklarda yaşıyorlar. İranlı arkadaşım sohbetimizin bir anında şu bilgiyi veriyor. “Azınlıkların bu rejimde sorunları elbette var. Ancak bu sorunlar özgürlükçü kesimin yaşadıklarından çok da fazla değil.”

Toprak üzerine beton sıva ile kaplanmış sarı binaların olduğu mahalleye gelince sıra dışı bir yere geldiğimizi anlıyorum. Zevkle döşenmiş kaldırımlar, çiçekler, temiz sokaklar ve sokak köşesindeki güzel sanatlar fakültesi göreceklerimle ilgili beklentilerimi arttırıyor. Sokağın sonunda yeni bir sokağa dönünce şehir ortasında olmasına rağmen siluetini bozacak hiçbir binası olmayan Vank Katedralinin dinç, mağrur ve endamlı hali ile karşılaşıyoruz. Birçok insan için İran gibi bir ülkede böyle bir katedral olabileceği düşünülemez. Malum önyargılar farklı inançların bu topraklarda yaşanabileceği düşüncesini ihtimal dışında tutuyor.  Bir İranlı için bu o kadar sıradan bir durum ki. Tarihi ibadethaneye bir camiye girerken duyduğumuz rahatlığı hissederek giriyoruz. Hemen giriş kapısının karşısında İran’a ve Ortadoğu’ya ilk matbaayı getiren Piskopos Khachatour Gesaratsi’nin güzel heykelini görüyorsunuz. Matbaa gibi büyük bir yeniliği ülkeye bir din adamının getirmesi ilginç geliyor bana. Ermenilerin İran’ın kültür, sanat, mimari ve müzik alanlarına yaptıkları ciddi katkının yanı sıra 19. ve 20. yüzyılda ülkenin modernleşmesinde de ciddi bir rol oynamışlar.
Isfahan’daki Ermenilerin hikayesi çok ilginç. Sanat, zanaat, edebiyat ve müzikleri ile dünya uygarlığına güzellikler sunmuş olan bu halk, Safavi Şahı I. Abbas tarafından 16. Yüzyılda Azerbaycan’daki Aras Nehri kıyısından İsfahan’ın Julfa mıntıkasına getiriliyorlar. Bunun sebebi ise Osmanlılarla Safaviler arasında gerilim ve savaşlar. Ermeniler yeni memleketlerinde de bütün hünerlerini gösterip Yeni Julfa’yı istedikleri şekle sokuyorlar. Tıpkı terk etmek zorunda oldukları eski kentleri gibi.
Katedrale girince canlı renkler ve ayrıntılı mimari ustalık dikkati çekiyor. Katedral duvarlarını tamamen kaplamış ve ıslak sıva üstüne yapılmış resimler (freskler) İncil’de geçen sıra dışı olayları anlatıyor. İbadethanedeki yüzlerce eski esere tek tek bakıyor ve görevliden ayrıntılı bilgi alıyoruz. Havadan sudan bahsetmeyi de ihmal etmiyoruz. Sonra da yan tarafta yer alan ve beni kiliseden daha fazla etkileyen müzeye giriyoruz. Müzede ilk matbaadan tutun da 1000 yıllık İncil’e, İran’da basılan ilk kitaptan, Şah Abbas’ın Ermeniler ile ilgili verdiği olumlu olumsuz fermanlara, tablolardan günlük eşyalara kadar sayısız eser
yer almaktadır. Ermeni soykırımı ile ilgili hazırlanan köşeye gelince duraksıyor, yutkunuyor ve yerimde çakılı kalıyorum.  Filmlerin, fotoğrafların, videoların ve insan kemiklerin olduğu bölümde insanoğlunun kendi tarihi kadar uzun acı tecrübeleri gözümün önünden geçiyor. Kabartma Türkiye haritası üzerinde vilayet vilayet soykırım bölgelerinin gösterilmiş olması Ermeni toplumunda açılmış olan yaraların ne denli derin ve halen çok taze olduğunu fark ederek irkiliyorum.
Kendimden geçmiş bir vaziyette müzedeki diğer eserleri beynime kazımaya çalışırken İranlı iki genç çiftle tanışıyorum. Ve Katedral avlusunda sohbete başlıyoruz. Türkiye ilgisi, Türkiye’ye seyahat etme veya orada öğrenim görme isteğinin ne kadar fazla olduğuna bir defa daha şahit oluyorum. Bu arada Sümeyye adındaki genç kadın bir üzüntüsünü dile getiriyor. Türkiye gitmeyi çok istemelerine ve yeterli paraları olmalarına rağmen bunu gerçekleştiremediklerini anlatıyor. Sebebi de çok komik. Kocasının bir devlet bankasında çalışıyor olması sebebi ile yurt dışına çıkış yasağı var. Kendimi 1980 sonrasının Türkiye’sinde
hissettim. Bu arada Türkiye bir İranlı için çok pahalı bir ülke. İran parası olan Tümen hem zayıf hem de maaşlar Türkiye’de zaman geçirmek için yetersiz. Örneğin; bir öğretmen maaşı 350 dolar civarında. Bu demektir ki bir maaşla Türkiye’ye uçak bileti almaları bile çok güç. Ancak ülke içinde yoksulluğun izlerine çok fazla rastlamadım. Petrol, yemek, kıyafet ucuz. (Taksi 2 TL civarında). Doğalgaz köylere kadar götürülmüş. Ve o kadar bol ve ucuz ki çiçek seralarını ısıtmak için bile kullanılıyor.
Dünya kocaman zaman ise kısıtlı. Yavaş ve kentin deri altına sinerek seyahat etmeyi sevmeme rağmen bu defa acele ediyor ve İsfahan’a arkamızda bırakarak Tahran’a kentine doğru yola çıkıyoruz.
Bir seyahatten değişerek ayrılmak o seyahati çok değerli kılıyor. İsfahan’dan ve genel olarak İran’dan değişerek, şaşırarak ve keşifler yaparak ayrıldım. İşin garibi Avrupa şehirlerinde gezdiğimde aynı oranda şaşırmıyor ve içimde değişim hissetmiyorum. Herhalde düzensizlik, çeşitlilik, çok renklilik ve insanların her daim iletişime açık halleri beni cezbediyor. Diğer yandan şöyle bir durumun da farkına varıyorum. Bilinenin aksine biz Batıyı Doğudan daha çok tanıyoruz. Filmlerle, müzikle, medyayla, her daim bize sunulan ürünler ve yaptığımız seyahatlerle batı bize biraz daha tanıdık ve bilindik. İran ile ilgili bildiğimiz klişeleşmiş bilgiler genelde doğru çıkmıyor. Mesela; İran’ın Arap bir ülke olmadığı Arapça alfabe kullanan Farsi olduğunu bilmeyen birçok eğitimli arkadaş bana bu gerçeği kanıtlıyor. İsfahan’da kendimi İranlı yazar Samad Behrangi’nin Küçük Kara Balık öyküsündeki Balık gibi hissettim. Ben de tıpkı o balık gibi memleketimin bilindik sularında yüzmeyi bırakıp keşfetmek ve tanımak için başka sulara doğru kulaç attım. İyi ki de yapmışım. Görünüşte güvensiz ve korkutucu olan bu yabancı suların aslında huzurlu, merak kamçılayıcı ve zenginleştirici olduğunu fark ediyorum. Bu sular vücuduma ve beynime iyi geldi.
Not: Isfahan’ın kardeş şehirlerinden bazıları: Havana, Freiburg, Erivan, İstanbul.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder