15 Ekim 2014 Çarşamba

Antakya’dan Göçmen Hikâyeleri



Etrafımızda gelişen olaylarda ülke çıkarlarını, siyasi görüşleri ve çekişmeleri bir an için kenara koyarsak insanların sadece yalın hikâyeleri çıkar ortaya. Çırılçıplak. O zaman insani meselelerde sadece duygularımız ve vicdanlarımızla hareket edebiliriz. Suriye’den güvenli bir hayat için Antakya’ya kaçan mültecileri her gördüğümde aklıma böyle bir şey gelir. Onlarla sohbet ederken bildiğim her şeyi unutmaya çalışır anlattıklarına yoğunlaşırım. Zira özellikle siyasetle ilgili kafamda biriktirdiğin bütün bilgiler o insanları bir yere

yerleştirmeme, kestirme sonuçlar çıkarmama ve sonuçta yaşadıklarının üzerlerini kalın bir perde ile kapatmama neden olacağını bilirim. Aslında yaptığım şey annemin düşünüş biçimini uygulamaya çalışmaktan ibaret. Siyaset, tarih bir yana okuma yazma bilmeyen annem (bir çok anne gibi) mültecilere bakıp “Yazık çoluk çocuk evlerini yurtlarını bırakıp buralara gelmişler. Sürünüyorlar. Onlara yardım etmemiz lazım”. Güya çok şey bilen ben ise eskiden olsa; “Ama bunların hepsi sakallı, çarşaflı, şeriatçı. Hırsızlık yapıyorlar. Burayı berbat ediyorlar. ” diyemesem bile içimden bunları geçirecektim. Son zamanlarda Antakya’da dinlediğim hayat hikâyeleri annemin yalın ve insancıl yönteminin durumu algılamada daha etkili olduğunu ispatladı.
Birinci hikâye bir kitapçıda geçiyor. Son dönemde yaşanan çalkantılardan dolayı Antakya’nın sokaklarında daha fazla gezinmeye, gözlemler yapmaya ve fırsat bulunca insanlarla konuşmaya başladım. Bir gün bir kitapçıdayken ve mekân sahibi ile tesadüf eseri Suriye meselelerinden konulurken içeriye yirmili yaşlarda temiz giyimli genç bir adam girdi. Çekine çekine bize doğru geldi ve Arapça ile şöyle dedi; “Halep’ten yeni geldim. Orada Arap dili ve Edebiyatı bölümünü yeni bitirdim. Arapçanın yanı sıra İngilizce, Fransızca ve İbranice biliyorum. İş varsa çalışmak isterim. Her şey olabilir. Bir de ailem için bir ev bulmam lazım.” Nutkumuz tutuldu bir anda. Ne diyeceğimizi bilemedik. Bu durumda ne denebilir? “İş yok. Olsa bile ucuza çalışmak zorunda kalırsın. Evler de pahalı.” diyemedik tabi ki…
İkinci hikâye bir hastanede geçiyor. Yaşlı babama katarak ameliyatı yaptırmak için sıra bekliyoruz. Bir anda telaş ve acı içinde vücudunun yarısı yanık,  kolu,  bacağı yaralı ölü gibi görünen bir adamı ameliyathaneye alıyorlar. Refakatçisi olan abisi dışardaki merdivenlerde oturuyor. Elleri yanaklarında çökmüş bir şekilde bekliyor. Ona birkaç defa göz attıktan sonra cesaretimi topladım ve ne olduğunu soruyorum. O anda korkumun yersiz olduğunu anlıyorum çünkü genç adam içini dökmek istercesine her şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatmaya başlıyor; “Halep’in bir mahallesinde kardeşimin içinde olduğu bir minibüs ile giderken kimin attığı belli olmayan bir bomba onlara isabet ediyor. Minibüsün içindeki insanların yarısı ölüyor. Kardeşim ölümden dönüyor. İşin bir de daha trajik bir yönü var. Kardeşim, bomba atılmadan kısa bir süre önce minibüse binen bir kadın ve iki küçük çocuğuna yerini veriyor. Hemen sonra bomba geliyor ve birçok insan ile beraber kadın ve çocuklar da ölüyor. Kardeşim de gördüğünüz gibi ağır yaralı olarak kurtuluyor.” Bu arada hadisenin on gün kadar önce olduğunu ve kardeşinin görmeyen gözünü ameliyat ettirmek için Reyhanlı’dan buraya geldiklerini söylüyor.  Bu sırada hemşire, hasta yakınını (ağabeyini) çağırıyor ve hasta formunu doldurmak için sorular soruyor: isim, adres, telefon numarası. Hemşire formun sadece isim hanesine cevap alabiliyor.
Üçüncü hikâye birkaç yerde geçiyor. Suriye’de olaylar patlak vermeden kısa süre önce Kuzey Suriye’nin Kamışlı ilçesinin Kürt Alevi bir köyünden bir aile yasal yollarla Antakya’ya gelip ev tutuyor.  Şükrü, eşi Elif ve kızları Berivan. Avusturya’da yaşayan oğulları Adnan onları yanına almak için uğraşmaktadır. Anne-babayı almak kolay da Berivan 18’ini geçtiği için ona vize almak kolay olmuyor. Anne-baba doğal olarak kızlarını bırakıp gitmiyorlar.
Diğer yanda başka bir aile birleşimi meselesi daha var. Almanya’da yaşayan ve kısa süre önce Şükrü’nün yeğeni Mustafa ile Kamışlı’da evlenen Ruken Suriye’den gelip Antakya’daki aileye katılıyor. Mustafa,  Almanya’ya dönüp eşini yanına almak için hemen girişimlere başlıyor. Gerçi koşullar zor ve formaliteler bezdirici ancak başka çare de yoktur. Süreç uzuyor tabi iki. İnsanlar boş durmuyor. Kısa sürede mahalle ortamına ve Antakya hayatına uyum sağlıyorlar. Kapı komşuları olan ağabeyim ve ailesi ile çok yakın dost oluyorlar. Birbirlerine misafir olup yemeklerini, dertlerini ve zamanlarını paylaşıyorlar. Gerektiğinde çocuklarını birbirlerine emanet ediyorlar. Berivan bir kuaförde iş bulup cıvıl cıvıl ve cana yakın kişiliği ile insanlarla kısa sürede muhabbet kuruyor. Türkçeyi hata yapma korkusu taşımadan sevimli bir şekilde konuşuyor.
Şimdi hikâyenin en önemli yerini anlatmak üzere sözü hikayenin memen hemen tüm kısımlarına şahit olan ağabeyim; Sonay’a bırakıyorum.
“Gelin olan Ruken’in iki demir asaya tutunarak yürüyebilen engelli annesi Sapha Kamışlıdaki köyde kalmıştır. 14 yıldır görmediği ablası da Almanya’da. Suriye’de şiddet artınca Almanya’da yaşayan abla Kamışlıdaki engelli kız kardeşini görebilmek umudu ile önce Antep’e geliyor. Sınırdan bin bir zorluk, tehlike ve rüşvetle geçebiliyor. Ancak Suriye içlerinde ilerleyince yolculuk giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Yol boyunca birkaç defa soyuluyor. Parası ve eşyası gasp ediliyor. Sonunda daha fazla ilerleyemeden Antep’e geri dönmek zorunda kalıyor. Bu defa abla, kız kardeşi Sapha’yı Antep’e çağırıyor. Sapha yine büyük zorluklarla sınıra kadar geliyor ancak pasaportun süresi bitmiş olduğu için önce sınırdan geçmesine izin verilmiyor. Sabah saat 5’ten akşam 7’ye kadar kapıda bekletiliyor. Sonunda rüşvet vererek Antep’e girmeyi başarıyor. Bu arada ablasının Almanya’ya dönmesine iki saat kalmıştır. İki kız kardeş taksicinin yoğun çabaları sonucunda ancak havaalanında o da bir saatliğe buluşabiliyorlar. Gözyaşları içinde geçen bu kısa süre bitiyor ve abla Almanya’ya uçuyor. Engelinden dolayı otobüse binemeyen kız kardeşi Sapha’yı almak üzere kızı Ruken, Şükrü ve eşi Elif Antep’e gidiyorlar. Taksi şoförü Arapça bilmediğinden Antep’ten Antakya’daki evlerine gelinceye kadar ona telefonda yol tarifini ben yapıyorum. 
Sonunda vize çıkıyor ve Ruken Münih’e uçuyor. Böyle temiz, insancıl ve nazik bir insanın bizden ayrılmasına hem üzülüyor hem de sonunda eşine kavuşacağı ve yeni bir hayat kuracağı için seviniyoruz. Son gün bizi evlerine davet ediyor ve onlarla birlikte yemek yiyiyoruz. Vedalaşmamız ağlamaklı oluyor. Eşim ve çocuklarımla beraber ona ne kadar çok alıştığımızı ve hayatımızı nasıl renklendirmiş olduğunu fark ediyoruz. Diğer yandan Ruken’in annesi Sapha’nın yakında Suriye’deki köyüne geri dönecek olması hepimizi korkutuyor. Nedeni belli. Kürt bölgesinde olan köyü, çatışmaların olduğu yerlere çok yakın. Ayrıca bölgede üretim durmuş, gıda ve elektrik sıkıntısı baş göstermiş.   
Şükrü ve Elif çifti kızları Berivan ile halen Avusturya’ya gitmeyi bekliyorlar”.  Hikayeyi gözümü kırpmadan sonuna kadar dinliyorum. Baba Şükrü’nün söylemiş olduğu bir cümleye takılıyor beynim: “Memleketimde yüzlerce zeytin ağacı varken buradan zeytinyağı almak çok zoruma gidiyor”. Göçmenlik böyle bir şey işte diyor ve başım önümde Antakya sokaklarında kayboluyorum.
Mehmet Ateş/2014







1 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Buçuk Yaşında Oğlumuzla 8 Ülkeye Barış Yolculuğu


Bilgi:  
Servas, kültürler arası barış ve hoşgörüyü kendine amaç edinen, kar amacı gütmeyen, ırk, dil, din, cinsiyet ayrımı gözetmeyen bir Sivil Toplum Örgütü’dür.
Bir kenti tanımak için o kentin binalarına bakmak yeterli midir? Kentin binaları derken evleri, müzeleri, sarayları, tiyatroları,
dükkanları, köprüleri hatta mezarları kastediyorum. Kentin kimliği kentin yaratıcıları olan insanlar olmadan anlaşılabilir mi? Bence anlaşılmaz. Bu felsefeden hareketle kenti tanımak ve anlamak için otellerde kalmak yerine insanların evlerinde kalmayı ve onlarla beraber kısa süre yaşamaya karar veriyoruz. Ailenin günlük hayat rutinine katılmak, kültürü, tarihi yerel insanların tecrübesi ve anlatımları ile öğrenmek kenti anlamamızı kolaylaştıracaktı. Bu olanağı bize Servas adlı kültürler arası barış örgütü sağlayacaktı. Bu organizasyona üye olanlar dünyanın her yerindeki üyelerin evlerinde kalabiliyorlar. Yolları, köyleri, ormanları, dereleri, sıradan insanları, bakkalları ya da sincapları yakından görebilmek için araba ile seyahat etmek gerekiyordu. Ne de olsa uçaklar her şeyin üstünden geçmekle yetiniyorlar. Ve sadece büyük şeyleri gösteriyorlar bize. Ve büyük şeyler çoğu zaman küçük şeylerin üzerini örtüyordu.
Bilgi:
Turing ve Otomobil Kurumunda Yapılacak İşlemler (Yarım Saat):
Yeşil Sigorta: 220 TL
Uluslar arası Ehliyet: 374 TL (1 yıllık)
http://www.turing.org.tr/tr/burolar.asp
Neyse yola çıktık. Bagajlar dolu. Gıda ağırlıklı. Yeşil zeytinden balığa meyveden yol üstünde
 teyzeden aldığımız bir kasa domatese kadar yanımıza çok şey aldık. Gıda Avrupa’da pahalı bunu biliyorduk. Ne de olsa 21 gün boyunca 8 bin km gidecek ve 8 ülkeyi keşfedecektik. Yanımızda 21
aylık çocuğumuz ve Ferdus olunca olduk mu dört kişi. Dört boğaz. Hedefimiz Ege denizinin sıcak suyundan başlayıp Belçika’nın Brugge kıyısındaki soğuk Kuzey Denizine varmaktı. Ahmet’ten GPS aletini ödünç almış, arabamızın bakımını yaptırmış, yurt dışına çıkarmak için gereken yeşil sigorta ve uluslar arası ehliyeti sağlamıştık. Tüm bu belgeler bize pahalıya mal oldu ama yapacak bir şey yoktu. Sistem seyahat özgürlüğünü kolaylaştırmayı istemiyor sanırım. Seyahat önyargıları buharlaştırıp barış duygusunu geliştiriyor. Böylece diğer devletlerdeki insanlar yabancı olmaktan
çıkıyorlar. Savaş fikri biraz daha zayıflıyor. Onlarla savaştırmak da zorlaşır. Acaba sebep bu mu?
Bilgi:
Çanakkale-İpsala Feribotu;
Araba başına 28 TL. Yazın her yarım saatte kalkıyor. Boğazı geçiş süresi 45 Dk.
İzmir’den Çanakkale’ye oradan karşıya feribotla geçip İpsala gümrük kapısına varıyoruz. Free shoptan dost olacağımız insanlara şaraplar alıp Yunanistan topraklarına giriyoruz. Sınırdan geçmesek Yunanistan’da olduğumuzu anlamazdık. Türkiye ile aynı yeryüzü şekilleri, aynı bitkiler, ayçiçeği tarlaları…
Yunanistan’da ilk kent Türkiye’den 40 km sonra gelen 72 bin nüfuslu deniz kenti Aleksandrapolis. Burası ilk bakışta insan zihninde sadece yazlıkların ve otellerin göründüğü Bodrumvari bir şehir havası uyandırıyor. Ancak akşam vakti kıyıdaki caddeler trafiğe kapatılıp hayata açılınca her yana masalar kuruluyor, yemekler geliyor, müzik ve muhabbetler araba
seslerinin yerini alıyor. Ara sıra geçit töreni yapar gibi geçen bisiklet konvoylarını bizim Enis hayranlıkla izliyor. Peşlerinden gidiyor. Masamıza Ege’nin deniz lezzetleri geliyor. Ev yapımı şarapları Yunan aksanı ile Türkçe konuşan garson Ercüment getiriyor. Sofranın yıldızı kalamar dolma idi. Bu kentte Servas üyesi olmadığından yerelden bir insanla konuşma ihtiyacını Ercüment ile karşılıyoruz. Koyu Beşiktaşlı ve Çarşı hayranı olan Ercüment, bu kentte çok Türkün yaşadığını ve İstanbul’a fırsat buldukça gittiklerini anlatıyor. Gerçekten de ertesi gün bu kentten ayrılıp Selanik’e doğru yola

çıkınca yol üzerinde onlarca camili köy görüyoruz. Önce bize garip geliyor sonra sık sık rastlayınca alışıveriyoruz. Yakın geçmişe kadar yaşanan savaşlara, milliyetçi uygulamalara ve bezdirme politikalarına rağmen Yunanistan’da Müslümanların halen kalabalık bir şekilde varlıklarını sürdürebilmelerine şaşırıyorum. Ve seviniyorum. Farklı dinlerin ve milletlerin birlikte yaşamaları her zaman için ayrı yaşamalarından iyidir. Uzaklık artınca dokunmak zorlaşıyor ve böylece yabancılaşma artıyor. Türkiye’deki Rumlar için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil maalesef. Yunanistan’da Türkler o kadar görünür ve kalabalık iken Rumlar sevgili kentleri Konstantinapolis’de bile bir avuç kalmışlar. Devletin insanlığa yakışmayan farklı uygulamaları Rumları İstanbul’dan kaçırtış ve İstanbul fakirleşmiştir. Rumlar memleketlerinden olmuş hem de Türkiye büyük bir kültürel ve insan zenginliğini kaybetmiştir.  
Aleksandrapolis’den Selanik arası 200 km. Yollar ücretsiz ve otoban. Hava oldukça sıcak. Enis koltuğunda. Keyfi yerinde. Halası Ferdus seyahat boyunca yapacağı gibi sıcak su termosumuzdan kahveleri dolduruyor ve kayıntıları (atıştırmaları) bize uzatıyor. Arada da Enis’i besleyip eğlendiriyor. Bu arada iki kişi iseniz ve küçük çocuğunuzu da yanınıza alıyorsanız mutlaka arkada iyi anlaşabildiğiniz üçüncü bir kişiye ihtiyacınız vardır. Bekar olması tercih sebebidir.
Selanik’in kale içine varıyoruz. Motorsikletli bir genç bize rehber oluyor o önde biz arkada Servaslı Rudi’nin evini bulmaya çalışıyoruz. Aynı isimden iki sokak olunca GPS bizi yanlış olana yönlendiriyor. Neyse zor da olsa sonunda Rudi’y buluyoruz. 1930 doğumlu ancak çalışacak ve toplu taşıma ile seyahat edebilecek kadar dinç bir insanla beraberdik. Hayatının çoğunu Avustralya’da geçirmiş ve oradaki Yunanlılar için çıkartılan bir gazetede gazetecilik yapmış. Annesinin Menemen/
İzmirli olduğunu öğrenince hayat hikayesi daha da ilginç hale geliyor. Rudi annesinden kalan İzmir tencerelerini mutfağında sergiliyor. Evi müze gibi değil tamamen müze. Antikalar, eski fotoğraflar, gazete haberleri, 2 Dünya savaşından kalma haritalar, antika eşyalar, dünya liderlerinin büyük posterleri, halılar, deniz kabukları, taşlar ve daha bir sürü şey… Müze evi gezerken gayri ihtiyari sessizleşiyor ve eşyalara dokunmamaya çalışıyorduk. Piramitlerin gizli bölmelerine girmiş gibi hissediyoruz. Ancak kurcalamayı seven Enis için çok tehlikeli bir yerdeydik. Az sonra Enis bizi haklı çıkarıyor ve balkondan aşağı bir taş fırlatıyor. Ucuz atlatıyoruz. Rudi şehir turuna çıkarıyor bizi. Kitaptan bir şey anlatmayı gerekli görmüyordu. Ne de olsa kendisi bir tarih idi. Yaşadıklarını anlatması bize yeterince bilgi ve şaşkınlık sunuyordu. Şehrin 1. Dünya savaşında Fransız komutan ve yerli liderlerin işbirliği ile çirkin yapılaşması olduğu için kasten yakıldığını ve Paris örnek alınarak yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz. Bu yüzden de Yunanistan’ın en düzenli ve en geniş caddelerinin Selanik’de olduğunu
belirtiyor. Gerçekten de öyle. Selanik İzmir’e benzetilir. Evet, gerçekten de benziyor. Deniz kenarına kurulu ve modern yapılar genelde sık inşa edilmişler. Kadifekale gibi bir kale de denize tepeden bakıyor. Ancak belirgin bir fark var. Kentin çevresini ormanlar kaplamaya devam ediyor ve kale içi Selanik’in en çekici bölgesi. İzmir hayatının en eski yerlerinden biri olan Kadifekale gibi hayatın dışına itilmiş durumdadır. Selanik’in kale içine şöyle bir göz attığımızda geleneksel mahalle hayatını, eski evleri ve dökük bir skodanın arkasında karpuz satan insanları fark ediyoruz. Şehir merkezinde ise eski bina namına bir Osmanlı hamamı ve meydanda Beyaz Kule (Lefkos Pirgos) dikkat çekiyor. Beyaz Kule dediğime bakmayın. Asıl ismi kanlı kale. Geçmişi kara bir kule. Yapı zindan olarak kullanılırken 1826’da Sultan II. Mahmud’un emri üzerine kuledeki tutukluların hepsi kılıçtan geçirilince adı, “Kan Kulesi” olarak değiştirilmiş. Bu kötü ününü hafızlardan silmek için ismi Beyaz Kule olarak değiştirilmiş.
Rudi ile 1900’lü yıllara kadar süregelen Selanik’in Levant kültürünü, işçi ve kadın hareketlerini ve sendikalaşma açısından ne kadar canlı bir kent olduğunu konuşuyoruz. Jön Türkler başta olmak üzere birçok ulusal hareketin bu vahada filizlendiği anlatıyoruz birbirimize. Sonunda Milliyetçiliğin Selanik, İzmir, Trieste, İskenderiye, Odesa, vb. gibi kentlerde farklılıkları nasıl yok ettiğini ve
kentleri tek ırk, tek din, tek dil yani tek kültüre mahkum ettiğini hayıflanarak konuşuyoruz. Neticede bahsi geçen tim kentler entelektüellerini ve muazzam dinamiklerini kaybetmiş oluyordu. İstemesek de seyahatimize devam etmek üzere Ansikopediyi çağrıştıran Rudi’den ayrılıyoruz.  
Hangi kentten ayrılsak bu kenti yeterince yaşayamadığımı ve keşfedemediğimiz hissine kapıldık. Bu yüzden de bu kente tekrar gelme ve daha uzun kalma isteği uyandı. Selanik’ten ayrılırken de öyle hissettim. Tarih boyunca tartışıla gelen soru aklıma geliyor. Sadece bir yere gidip orada uzun süreli mi kalıp o yeri doyasıya tanımak mı
yoksa kısa sürelerle çok yere gidip tüm yerlerin tadını azıcık almak mı daha iyi? Biz ikincisini tercih ediyoruz. Ancak bir farkla; kentleri kısa sürede ayrıntılı tanıma yöntemleri keşfediyoruz. Bunun için Servas üyeleri ve Internet bunu olanaklı kılıyor.



Gölün Çocuğu; Ohrid-Makedonya
Bilgi:
Selanik-Ohrid: 280 km
Makedonya’da benzin: 1.3 Euro
Otobanda girişlerde ve çıkışlarda ücret ödeniyor. 1.5 Euro ya da 300 Florin. Bozuklarınız hazır olsun.
Kalmak için apart evler en uygun seçenek.
Fiyat: 30-50 Euro/3-5 kişi kalabilir.

Dağlardan, deniz kenarından ve köy kıyılarından geçen bol dönemeçli yolu merakla izleyerek ilerliyoruz. Başka coğrafyalarda olma isteği insanoğlunu her zaman çok cezp etmiştir. Gözler ve ruh farklı renkleri, sesleri, taşları ve tatları her zaman arzu ediyor. Neden olsa her zaman göz önünde olan zaman içinde ruhu sıkar. Aklımı bu düşünceler sarmalarken Makedonya sınırına geldiğimizi fark ediyorum. Korkumuzun aksine gümrükte fazla bekletilmiyoruz. Zira gurbetçilerin tatil dönüşü henüz başlamamıştı. Bagaj ve kâğıt kontrolü nadiren yapılıyor. Tarımla uğraşan köylerden ve güzel evlerinin yanlarından geçiyoruz. Makedonya’nın ucuzluğu yüzlerimizi güldürüyor. Özellikle biranın ucuzluğuna şaşıp kalıyoruz. Köy marketinden gıda takviyesi yapıyoruz. Ormanların en muhteşemi ve hayranlık uyandıranlarını izleyerek Ohrid gölüne ve kasabasına varıyoruz. Bu kasaba-kent Amasra’nın
bozulmamış eski haline benziyor. Taraça şeklinde eski evler, uçurum kenarına kurulu, kentin her yerinden görünen Ortodoks kilisesi, tekneler, tarihi meydan, çarşının ortasında büyük bir cami ve yaşamak dışında başka işleri olmayan turistler ve yerli insanlar. Dinlenmek, yemek ve içmek için kanal boyunda göl manzaralı bir cafe&barda oturuyoruz. Fiyatlar düşük olduğundan korkmadan yiyip içiyoruz. Türkiye’de yaşaması güç bir his bu çünkü bizim memlekette içki içmeye para cezası var. İçki fiyatlarını aklınıza getirirseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Birçok Avrupa ülkesinde bizim çay geleneğimize yakın içki geleneği ile karşılaşıyorum. Sıklıkla içilmesi, kültürün, günlük hayatın bir parçası olması ve ucuzluk açısından durum böyledir. Yeni bir memlekete gelince yerel içkinin tadına bakmadan olmaz. Mekan sahibinden Ohrid rakısı isteğince gülümsüyor ve beni içeri davet ediyor. Arada bir yerde bir shot ikram ediyor. Bizim boğma rakısına çok benziyor ama onlar incir üzüm yerine elma ya da erik kullanıyorlar. Sevimli, cana yakın ve yabancıya alışkın insanlar. Türk nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir yer olan Ohrid’in sokaklarında gezinirken kulağınıza sizi gülümseten Türkçe aksanlı konuşmalar çalınıyor. Başı kapalı teyzelerle karşılaşıyorsunuz. Apartımızın sahibi yaşlı teyze birkaç yabancı dil biliyor, çarşıya pazara bisikletle gidiyor ve sizinle sohbet etmek için her fırsatı kullanıyor. Çok sevdiği Türk komşularını anlatıyor. Türklerin eskisinden daha huzurlu hissettiklerini, geniş haklara sahip olduklarını ve isterlerse kendi okullarında Türkçe eğitim alabildiklerini söylüyor. Sabahleyin minik bahçesinde bize şeker şerbeti yerine sütle yapılmış revani tatlısı ve kahve ikram ediyor. Kahvaltımızı yaparken bahçeden domatesleri sofraya getiriyor. Ohrid’in insanı kendi hayat akışına katan güler yüzlü bir havası var. Sanırım bunda kültürün ve suyun çok büyük bir etkisi var. Bize tanıdık gelen bazı özellikleri burada yaşamak da pek hoş bir şey. Mesela mahalle bakkalında yerli param çıkışmayınca teyze “sonra ödersin” diyor eli ile işaret ederek. Gülümseyerek çıkıyorum.
Ertesi gün kenti keşfe çıkıyoruz. Eski taşlı ve yokuşlu sokaklardan yürürken kiliseleri ve camileri komşuluk yaparken görüyoruz. Kaleye çıkan yol üzerinde güzel evleri, göle bakan kafeleri, pamuk helvası, limonatası ve sokakta Makedon kıyafetleri, hediyelik eşya satışı yapan insanlar… Uçurumun kenarında bulunan Plosnik kilisesinde bayram nedeniyle büyük bir ayine tanık oluyoruz. Renkli dini kıyafetlerle ayini yöneten 10 kadar papaz ve o anı derinlemesine
yaşamaya çalışan şık kıyafetli teyzeler, genç kızlar ve amcalar. Tepedeki ayini izlerken arkada
uzanan ve sonsuzluk hissi veren gölün manzarası dini duyguları daha da güçlendiriyor zannımca. Buraya çok yakın başka bir kilisede vaftiz ayinine denk geliyoruz. Bizim sünnet geleneğinin havası burada da esiyor. Özenle hazırlanmış çocuk ve etrafını çok heyecanlı, duygulu ve şık giyimli aile
üyelerinin oluşturdukları geniş bir halkayı görüyoruz. Papaz ise bu işi uzun süredir yapıyormuş hissi veren el çabukluğu ve rahatlığı ile hareket ediyor.
Karnımız acıkınca çarşı içindeki bir lokantada meşhur Makedon köftesini, kuru fasulyesini, salatasını yiyip yörenin kekremsi şarabından içiyoruz. 
Öğleden sonra yerlilerin ve turistlerin akın ettiği orman ve göl kıyısında kurulu Ohrid’e 29 km mesafedeki Ljubaništa’ya gidiyoruz. Temiz ve bakımlı plajlar, kafeler ve arkadaş canlısı bir ortam. Plajda bir yanda yüzüp muhabbet eden aileler, gençler diğer yanda ise tavla oynayan ve sayıları yek, dü, şeş beş … şeklinde söyleyen amcalar. Göle Akyaka’daki gibi coşkun azmak suyu dökülmektedir. Orman içindeki azmak suyu kenarında cennet bahçelerini andıran restoranlarda canlı müzik yapılıyor ve ahşap restoranlar
kazıklarla yüzdürülebiliyor. Renkli teknelerle tatlı su üzerinde gezinirken orman içinde gizlenmiş
yüzen müzikli restoranlarla karşılaşıyor ve pek şaşırıyoruz. Sular yeşil, yosunlu, berrak ve davetkar. Ancak bizim azmakta olduğu gibi burada yüzmeye izin verilmiyor. Doğayı rahatsız etmemek için.
Dönüş yolunda göl üstüne kurulu bir müzeye giriyoruz. Adı Su Üstü Müzesi. Ağaç kalaslar üzerine inşa edilmiş eski toprak evlerle binlerce yıl önceki yaşam canlandırılmaya çalışılmış. Uzaktan bakıldığında su üstüne kurulu bir Kızılderili köyü sanırsınız. Burada da toprakevler karşımıza çıkıyor. İçinde büyüdüğüm toprak evimiz (beytuturab) aklıma düşüyor ve bunca uzaklığa rağmen benzerliklere çok şaşırıyorum. Tüm insanlarla akrabalığımız tekrar ispatlanmış oluyor sanki.

İkili Kültürün Merkezi; Üsküp
Şimdiki rotamız Üsküp; Makedon dilindeki adı Skopje. Yine dağlık, ormanlık, yine dolambaçlı yollar, ara sıra karşımıza çıkan Müslüman ya da camili ve kiliseli karma köyler. Balkanlar çok kültürlüğü kaybetmemek için hala direniyor.
Bilgi:
Ohrid-Üsküp: 180 km.


Bu seyahati mümkün kılan GPS her zaman yaptığı gibi bizi kentin eski yerleşim bölgesine getiriyor. Avrupa’da eski şehirlerin kalbi genelde trafiğe kapatılmış insanlara açılmıştır. Her zaman yaptığımız gibi arabamızı park edip kenti yürüyerek keşfe çıkıyoruz. İlk olarak 1492 yapımı Mustafa Paşa Cami karşımıza çıkıyor. Cami ve yöre hakkında yerli Türklerden bilgiler alıyoruz. Türkiye Devleti son zamanlarda tüm Makedonya’da tarihi eserlerin restorasyonuna ciddi katkılar sunduğundan Müslüman nüfus arasında Türkiye ve T. Erdoğan hayranlığı had safhaya çıkmış durumdadır. Müslümanlarla
konuştuğunuzda Türkiye’de var olan T. Erdoğan karşıtlığına bir anlam veremiyorlar. Sanki siyaha beyaz diyormuşuz gibi tepkiler geliyor bize. Bir ara eleştirimiz arttığında çok tanıdık laflar geldi kulağımıza; “Çapulcular” J. Üsküp’ün merkezine gelince kentin Antakya gibi nehir (Vardar) ile ikiye ayrıldığını; bir yanda eski Üsküp diğer tarafta ise yeni Üsküp olduğunu görüyorsunuz.  Eski Üsküp herhangi bir Anadolu kasabası gibi çarşı, camiler, dükkanlar, kahvehaneler ve lokantalardan oluşuyor. O kadar çok cami var ki sabah namazında ezan sesleri kaldığımız yerin (Viyana Motel) içinde kadar girip bizi uyandırdı. Bir anda nerede olduğumu hatırlayamadım. Melez bir kent özelliğini halen devam ettiriyor Üsküp. 500 bin nüfuslu kentte Makedonlar, Arnavutlar, Türkler, Romanlar, Boşnaklar ve Aromanyanlar yaşıyorlar. 
Muhteşem taş köprü II. Mehmet tarafından Roma köprü kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Köprünün olduğu bölge Makedonya uluslaşmasının ve ayağa kalkışının sembolü olmuş. 1991 yılında bağımsızlığına kavuşan 2 milyon nüfuslu Makedonya uluslaşma sürecinde geç kalmanın verdiği telaşla muazzam bir inşa sürecine girmiş. Klasik antik dönemi mimari tarz ile yapılan devasa resmi binalar, müzeler ve yeni köprüler ülke başkentinin en büyük meydanında hayata geçirilmiş durumdadır. Köprülerin üstüne dizilmiş ülke tarihinin sembol olmuş kişileri (ressam, din adama, yazar, müzisyen, siyasi önderler, vb.) gece ışıklandırmaları ile çok ilginç bir
görüntü sunuyorlar. Meydanda yer alan büyük İskender’in dağ başında dikilmiş olan büyük
Milenyum Haçına (66 metre) bakan heykeli Makedonya uluslaşması konusunda çok şey anlatıyor. Gece ve gündüz hayat burada canlı akıyor. Bu mekana geldiğimizde dolunay vardı. Taş köprünün gözleri arasından dolunayı, kenti izlemek ve öpüşen çiftlerin siluetleri kente büyülü bir hava katıyordu. Bir kahve alıp bu mucize görüntüyü hayranlıkla seyre daldık. 
Makedonların mazlum tarihini Makedonya Savaş Müzesini rehber eşliğinde gezerken öğreniyorum. Müzede tüm tarihi dönemler birebir oluşturulmuş ve önemli şahıslar balmumu heykellerle resmedilmiş. Osmanlıların son dönemlerinde bağımsızlık hareketlerine kalkışmış olan Makedonların bu kalkışması kanlı bir şekilde bastırılmış. Osmanlı valileri, padişahları ve Atatürk’ün Hıristiyan sevgilisi ile beraber canlandırılmış balmumu heykellerini görüyorum. Rehber, Mustafa Kemal’in anne tarafının Ortodoks Hıristiyan olduğunu söylüyor. Tanıdık olmayan bir bilgi idi bu. Makedonlar bağımsızlık mücadelelerinin ardından 1. Dünya savaşında ve savaştan sonraki dönemde kendi coğrafyaları içerisinde sol sağ çatışması sırasında büyük acılar yaşıyorlar. Daha sonra Yunanlılar Makedonları
farklı bölgelere ve ülkelere sürüyorlar. Rehber hanım Komünist dönemde de mutsuz bir dönem geçirdiklerini üzüntü ve kızgınlıkla anlatıyor. Yani anlayacağınız Makedonlar ancak 1991 yılında bağımsız olduktan sonra rahat nefes alabiliyorlar. Bu yüzden bağımsızlık onlar için çok değerli bir şey. Muhteşem şekillerin çizili olduğu müze kubbesinin altında yer alan bağımsızlık ilanını gösteren belgeyi hüzünle izliyorum. Bunu elde etmek için bu kadar uzun ve acı bir yolculuğa gerek var mıydı?


Biraz Tarih Biraz Karmaşa Çok Eğlence; Belgrad
Bilgi:
Birkaç kişi ile beraber seyahate çıkmışsanız kalmak için en uygun yer apartman daireleridir. Avrupa’nın her yerinde yaygınlaşan bu tarz konaklama ile insan ev rahatlığını buluyor. Yemek pişirebiliyor ve kahvaltı yapabiliyor. Belgrad’ın kalbine hayatın dibine 15 dk. yürüme mesafesindeki tuttuğumuz dairenin (Apartman Park) fiyatı günlük 40 Euro. 4 kişi için çok makul değil mi?
İstanbul’un eski bir semtine gelmiş gibi hissettim Belgrat’a varır varmaz. Yılların hışmına uğramış yüksek binalar, dar sokaklar, sık park etmiş araçlar, hızlı akan trafik ancak yavaş hareket eden insanlar. Yoldan geçen insanlara kalacak yer sorduğumuzda sadece cevap vermekle kalmadılar Internetten yer bulmamıza da yardımcı oldular. Telefon edip pazarlık yaptılar ve bir anda kendimize çok rahat bir dairede bulduk. Temiz, geniş, İnternet olan ve balkonundan ince mimari zevkle ile yapılmış bir müze manzarası olan bir daire idi bu.
Vakit kaybetmeden eski mahalleden kentin merkezine yollanıyoruz. İstiklal caddesi gibi ama daha geniş bir cadde üzerinde Belgrad’da görülmesi gereken şeylerin çoğu bulunuyor. Müzeler, meydanlar, sokak müzisyenleri, konserler, katedral, tarihi Moskova oteli ve cadde sonunda kentin kalesi kendilerine şahane yerler bulmuşlar. Kenti boydan boya kesen cadde Tuna Nehri kıyısındaki muhteşem kalede

bitiyor. Ben böyle yaşayan bir kale görmedim. Kale için günlük hayatın bir parçası haline getirmek için caddenin sonuna bağlamışlar. Ancak bu yetmemiş olacak ki kale içinde basketbol sahaları, tank müzesi, kültür merkezi, sokak sergi yerleri, her daim dolu olan satranç masaları, çeşmeler, satış yerleri ve solucan gibi şekiller çizen Tuna nehrini izlemek üzere seyir duvarları yapılmış. Gün batımı,

Belgrat şehri ve solucan gibi kıvır kıvır Tuna Nehrinin başka bir nehir ile birleşmesi elbette ki seyre değer. Zamanınız darsa minik traktörün çektiği vagonlara binip bunların hepsini görebilirsiniz. Gece canlı olsun, geleneksel müzikli ve yemekli olsun istiyorsanız büyük tarihi tiyatro binasına (yukarıda anlattığım caddeye) birkaç dakika mesafedeki Skadarlija’ya gitmeniz lazım. Siyah taşlarla döşeli yolları, üzerinde salınan her daim şık giyimli insanları, çatal bıçak sesleri ve evlerin önünde akşamlayan yerel insanlarla beraber sürekli devinim olan turistik bir sokaktan bahsediyorum.  Bu restoranlar sokağı turistik olduğundan doğal olarak her şey için daha çok ödemeniz gerekiyor. Turistlerin Skadarlija’da
yemek yiyip eğlendim deme maliyeti bayağı yüksek. Bu arada Belgrat’da pizza yemeli ve Helen (Yelen) birası içmelisiniz.
Genç turistlerin çok tercih ettiği, müzik festivalleri, ucuzluğu ve uzun güzel kadınları ve erkekleri ile Belgrat çok dinamik ve uçarı bir kent.
Bilgi:
Üsküp-Belgrad: 440 km.
Benzin: 1.20 Euro Lt.
1 Euro: 120 Sırp Dinarı
Hvala: Teşekkürler
Şimdi seyahat boyunca tanığımız ilginç bir insanı anlatmak istiyorum. Kaldığımız apartmanın girişinde yaz kış yara bandı, oyuncak, kalem vb. şeyler satan üstü başı yırtık

pırtık olan 70 yaş civarındaki Momo’dan bahsediyorum. Girip çıkarken selamlaşmaya başladık. Bir ara elinde İngilizce bir kitap dil öğrenmeye çalıştığını fark ediyorum. Gözler ve yürekler güvenince bizim Momo anlatmaya çalışıyor. Aslen Karadağlı ve kitabı basılmış bir yazar. Ayrıca el yazısı ile yazdığı ve Amerika’ya oğluna gönderip daktilo ettirmekte olduğu dört kitabı daha varmış. Basılan kitabı 2. Dünya savaşı sırasında Karadağ’daki Müslüman Hıristiyanlar arasındaki dostluğu anlatıyor. Görüşlerinden dolayı hapiste yatmış. Yola çıkmak üzere olduğumuzu anlayınca hikayesini tam bitirmeden ayağa kalkıyor ve evine gidip Enis’e oyuncaklar getiriyor. Yavaş ve itina ile pillerini takıyor. Para lafını duymak istemiyor tabiî ki. “Parasız dost olalım” diyor. Aklıma not ediyorum. Defterime adresini yazıyor ve bir dahaki sefere onun yanında kalmamı istiyor. Yüzünden iyilik akan, sürekli saklı bir tebessüm taşıyan kamil bir insan hissi uyandırıyor içimde. Babamı hatırlıyorum.
İranlı dostum Muhammed’in dedikleri aklıma geliyor. “Seyahat sırasında benim için mekanlar değil insanlar ve kitaplar önceliklidir.” Momoyu tanıyınca Muhammed’e tekrar hak verdim. O anda tüm mekanlar hayalimden silindi sanki. Bir an önce Momo’yu anlatasım geliyor. Onu tekrar göreceğim.






Işıklarla Yanan Şehir; Budapeşte

Bilgi:
Macaristan gümrüğünde Vinetta denilen otoban kartı almanız lazım. 10 günlük kartın fiyatı 13 Euro. Ayrıca aynı yerde para da bozdurabilirsiniz.
1Euro: 315 Forint
Benzin: 1.2 Euro
Budapeşte deyince aklıma Atilla, Hunlar, Orta Asya, Türklerle akrabalık, Tuna nehri ve müzik geliyor. Bu kentte kaldığımız süre
boyunca bu kavramlarla sık sık haşır neşir oluyorum.  
Sırbistan’ı geçer geçmez Macaristan’ın ilk köyleri görünüyor. Yine alımlı evler ve güzün alabildiği kadar çeşit çeşit yeşillik. O anda aklıma bir şey geliyor. Osmanlılar buraya kadar at sırtında gelmiş. Hatta burası da kesmemiş Viyana’yı da almak istemişler. Biz ise araba ile bile zor geldik. Başka insanların topraklarını, kültürlerini, ürettiklerini zorla almak ve onları kendi evlerinde yönetmek çok garip geliyor bana. Zamanın koşulları diyeceksiniz ama yine de bana makul gelmiyor. Sanırım insanlık tarihinin
hiçbir anında başkasının toprağını almak normal karşılanmamıştır. Otobandan direk Servaslı ev sahibimiz Scaba’nın muhteşem evine varıyoruz. Sıra dışı bir iç tasarımı, sayısız odası, gökyüzüne açılan pencerelere sahip çatı katı ile şehir dışında sakin bir evdeyiz. Bahçesinde meyve ağaçları, çim alanı ve geri dönüşüm köşesi de olunca birçok insanın hayalindeki ev tamamlanmış oluyor. Evin sahibi Scaba yeni bir Servaslı ve biz onun ilk misafiriyiz. “Çocuklarımı evlendirdim. Eşimden de boşandım. Bu koca evi ne yapacağım derken kızımın teşviki ile Servaslı oldum. Bari dünya insanları gelip bu geniş evde kalsınlar” diye düşündüm. İş hayatının uzun bir dönemi Frankfurt’ta geçmiş olan bu düzenli, nazik ve bilgi dolu insan çok hızlı iş hayatını bir kenara atmayı başarmış. Ve sonunda sakin bir hayata başlamış. “Birkaç sene önce İspanya’ya hacca gittim ve dönüşümde yavaşlamam gerektiğini
anladım” diyor. İçimden Scaba’ya hak veriyorum. Bu hız neden? Acaba insanlar oradan oraya koşturunca çok şey yapıp yaşadıklarını daha mı iyi hissediyorlar? Bilmiyorum. Scaba şu anda hem evden yarı zamanlı çalışıyor hem de insanlara yardım amaçlı bir dernekte gönüllü görevler alıyor. İyi tasarlanmış planlaması ve içtenliği ile kısa sürede kendimizi evimizde imiş gibi hissediyoruz. Günler süren yolculuklar ve gezmelerden sonra sıcak bir eve ihtiyacımız vardı gerçekten. Akşam olunca “Budapeşte gece gezilmeli. Karanlıkta sadece güzel şeyler görünür” deyip bizi arabası ile kent turuna götürüyor. Tepelerden şehre baktığımızda Buda Nehri, ışıklı, devasa tarihi binalar, köprüler, ışık kıvılcımları ile titreyen Tuna nehrinin suları, uzun gezi tekneleri ile gerçek olmayan bir yerde hissediyoruz kendimizi. Bir filmin kahramanları gibi idik. Sonra kahramanlar meydanı, müzeler ve yanı başındaki gölün kıyısında yer alan kilise ve kaleye ulaşıyoruz. Göl kış aylarında donduruluyor
ve buz pistine dönüştürülüyormuş. Kahramanlar meydanında 1100 yıl önce orta Asya’dan buraya göç eden ilk atlı ekibin temsili heykellerini izliyoruz. Nazım Hikmet’in “Uzak Asya’dan gelip bir kısrak gibi uzanan bu memleket bizim” şiiri geliyor aklıma.
150 yıl hüküm süren Osmanlılardan geriye kalan hamamları gösteriyor. Halen faal olan ve restore edilmiş bu hamamların kimisi kadın kimisi erkek kimisi de gey ya da lezbiyenlere ayrılmış. Ertesi gün Macaristan Tarih Müzesine girdiğimizde Osmanlının izlerini daha fazla görüyoruz. Müzede Osmanlı hayat tarzını anlatan kıyafetler, oda örnekleri, eşyalar, paralar, fermanlar ve daha bir çok şey sergileniyor. Macarlar bana Farsileri çağrıştırıyor. Kendi tarihleri, kültürleri ve bağımsızlıklarına çok düşkünler. Tarih boyunca da hep yöneten ve etkileyen bir ulus olarak
varlıklarını sürdürmüşler. Sanırım Orta Asya’dan gelmiş ve savaşçı olmalarının bunda büyük bir etkisi var. Ancak diğer yandan göçebelikten yerleşik hayata uyum sağlama ve her alanda şehir kültürünü oluşturmuş olmanın da etkisi var. Osmanlıların bu topraklardan ayrılması ile Macar yükselişi başlıyor. Avusturya-Macaristan imparatorluğu zamanında altın çağlarını yaşadıklarını ve saray gibi evlerin, parlamento binasının, müzelerin ve köprülerin o dönemin ürünü olduğunu öğreniyoruz. İlk metro sistemi İngiltere’den sonra 1896 yılında Macaristan’da kurulmuş. 1956’da Sovyet işgaline karşı geliştirdikleri direniş ile övünüyorlar. Komünizm sonrası dönemi ve AB katılımını yeni bir atılım dönemi olarak görüyorlar.
Bilgi:                                      Budakart almanız durumunda 24 saat boyunca istediğiniz kadar toplu taşıma araçları ile seyahat edebiliyor, bazı müzelere, termal havuzlara, restoranlara, nehir turlarına indirimli ve ya da ücretsiz girebiliyorsunuz. Size verilecek kitapçıkta bu bilgilerin hepsine ulaşabiliyorsunuz. 
Budapeşte keşfine ertesi gün devam ediyoruz. Budakart alıyor ve tarihi bir binadaki termal havuza giriyoruz. Kale
içini yürüyerek geziyor kenti gece izlediğimiz noktadan bu defa gündüz seyrediyoruz. Muhteşem köprülerden yaya geçiyor Tuna (Danube) Nehrine daha yakından bakıyoruz. Eiffel tarafından tasarlanan Doğu Tren Garında biraz soluklanıyor ve Paris caddeleri örnek alınarak tasarlanmış geniş caddelerden geçiyoruz. Genelde düz ve çok uzun olan bu caddeler büyük bir anıt ya da heykelle bitiyor. Cadde başından cadde sonundaki devasa anot ve heykelleri seyretmek harika bir deneyim. Sokak festivalinde müziklerle dans ediyor yemek stantlarından bir şeyler atıştırıyoruz. Buradaki insanların yaşamın tadına vardıklarını ifade eden yüzleri, şen halleri ve havaya yayılan muhabbetleri beynimde başka çağrışımlar yapıyor. Aklıma Soma, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, memleketimin kızgın suratları ve
IŞID geliyor. Hüzünleniyorum. Sanırım tüm sorunların kaynağında insanoğlunun kendini yaşayamaması yatıyor. İzmir’den tanıdığım bir salsa ekibi sahneye çıkınca kendime geliyor ve her zaman yaptığımız gibi yürekte acı varken eğlenebiliyorum. Gençler enfes bir gösteri Yapıyorlar. Kente doymak mümkün değil. Enis olmasa da biz bitkin düşmüştük. Evde Scaba ile uzun muhabbetlere devam ediyoruz.
Budapeşte’den ayrılmadan önce Harabe Publardan birine gitmeye ne dersiniz? Köhne evler oldukları gibi bırakılmış ve içerisine çağımızın çöpleri olan eski bilgisayar, radyo, araba, demir, alet edevat, vb. yerleştirerek bara çevirmişler. O çöplerin arasında bira içip muhabbet etmek ilginç olmaz mıydı?
Budapeşte’nin yeni tarafını Peşte oluşturuyor. Araba ile Peşte’ye onlarca köprüden birini kullanarak geçerken yavaşlamalı ve kente bu noktadan bakmalısınız. Binaları, nehir taşımacılığında kullanılan ve 100 metreyi bulabilen dar uzun gemileri seyretmek muhtemelen kendi coğrafyanızdan çok uzakta olduğunuzu hissettirecek. İster istemez yaşadığınız kentle bu kenti karşılaştıracaksınız. Seyahatin en karmaşık yönü de bu değil midir? Karşılaştırmalar yapmak. Bu karşılaştırmalar insanda üzüntüler, kızgınlıklar, kaygılar, yeni farkındalıklar, bazen göç isteği ve bazen de sevinci duyguları uyandırır.

Bugünün Dünyasında Masal Kenti olur mu?; Slovakya-Bratislava
Macaristan’dan tam çıkacağımız sırada mola veriyoruz. Sıklıkla gördüğümüz ve kornaları ile bize
selam veren Türkiyeli kamyonlarla bu defa mola yerinde karşılaşıyoruz. Bu defa farklı olan şey, kamyoncuların Antakyalı olmaları idi. Arabadan inip onlarla Arapça konuşunca elbette ki şok oldular. Ortak tanıdıklar ve akrabalar çıkıyor. Kamyonun mutfağından kahvaltılıklar çıkıyor. Özlemini duyduğumuz çay kaynamaya başlıyor. 3 aydır yolda olan Adnan çocuk özlemini Enis’le gideriyor. Enis’i kamyona çıkarıyor ve içini gezdiriyor. Telefonlar alınıyor, selamlar gönderiliyor ve yola devam ediyoruz. İnsan ne kadar evrensel düşünürse düşünsün memleketten uzakta iken aynı ülkeyi, kenti, havayı, kültürü ve hatta çelişkileri paylaştığın insanları görmekten mutlu oluyor. Neden acaba? Bu arada araba ile üstelik bebek ile bu kadar uzun yola çıkmak kamyoncuları ve karşılaştığımız bir çok Türkiyeliyi şaşırtıyor. Seyahat boyunca Türk plakalı başka bir otomobil göremeyince yaptığımız şeyin çok sıradan bir şey olmadığını daha iyi anlıyoruz.  
Antakyalı yeni dostların önerisi ile GPS’in dediğini yapmıyoruz. Otobanı terk edip normal
karayolundan Slovakya’ya giriyoruz. Aynı zamanda Euro bölgesine de ayak basmış oluyoruz. Artık her ülkede para bozdurma derdimiz kalmıyor. Tuna nehri yine iki ülke arasındaki sınırı oluşturuyor ancak yeni bir ülkeye girdiğimizi fark etmiyoruz. Her türlü sınırın çok kalın çizgilerle hissedildiği bir ülkeden sınırların önemli olmadığı ya da gevşek olduğu coğrafyalara gelmek her Türkiyeli için şok edici olabiliyor. Bunu ilk defa yaşayan bir insan davranışlarını, hayallerini ve düşüncelerini yeni duruma uyarlamada zorluk çekebiliyor doğal olarak.
Bilgi:
Benzin: 1.5 Euro
Budapeşte-Bratislava: 200 km
Düz bir ülke. Mısır tarlaları yine çok yaygın. Köylerden geçerken hız sınırına uymanız gerekiyor. O yüzden yavaş bir seyahatte hazır olmalısınız. Yavaşlığın keyfini ve olanaklarını değerlendirmeye çalışıyoruz biz de. Bu sırada yol üstündeki büyük bir ikinci el kıyafet dükkanında duruyor ve kilo ile güzel şeyler alıyoruz. Kilosu 7 Euro. Doğaya ve bütçeye yapılabilecek en büyük iyilik bu değil mi?
Bratislava hem Avusturya’ya hem de Macaristan’a sınırı olan 450 bin nüfuslu bir kent. Bu özelliği ile dünyada iki ülkeye sınırı olan iki şehirden bir tanesidir. Tuna Nehri kıyısındaki Bratislava’ya girer
girmez yine eski gösterişli binalar ve kale içi karşılıyor bizi. Hemen oracıkta kapalı bir araç parkı buluyoruz. Kent merkezlerinde arabadan kurtulmak müthiş bir özgürlük hissi veriyor. İçimizde şehri keşfetme heyecanı ile Züleyha hızlı bir şekilde kent ile ilgili aldığı notlara bakıyor ve harekete geçiyoruz. Kale içine dar kale kapısından giriyoruz. Sapasağlam kalabilen kaleden içeri girince ortaçağ insanlarını ve at arabalarını görmeyi umuyorsunuz doğal olarak. Ancak onların yerini turistlerin aldığını fark ediyorsunuz. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi
restoranlar, hediyelik dükkanlar, publar, müzeler, kuleler, büyük meydanlar ve eskinin kokuları kale içlerinin olmazsa olmazlarını oluşturuyor. Kent turunu yine vagonlu traktörümsü bir araçla yapabiliyorsunuz. Ancak zaman ve enerjiniz varsa elbette ki salına salına gezmelisiniz. Kentin en ilgi çeken yönü beklemediğiniz yerde bitiveren ve bir şeyler anlatan sıra dışı heykeller. Mesela kanalizasyon kapağından yarım çıkmış bir işçi, kollarını bir bankın arkasında dayamış bir beyefendi ya da sokak başında fotoğraf çeken bir adamın heykeli. Çok yaratıcı, mizah yüklü ve düşündürücü tipler. Bu heykellerle beraber fotoğraf çekmek turistlerin en büyük fantezisini oluşturuyor. Bu arada Arap kökenli yerli insanların ve turistlerin çokluğu dikkatimi çekiyor.  Tur rehberi ile anlaşamayan bir Filistinli gruba Arapça
tercümanlık yapıyorum. Çok mutlu oluyorlar. Bir yanda Gazzedeki Filistinliler diğer yanda Bratislava’daki turist Filistinliler. Hayat bu kadar tezadı nasıl kaldırabilir? Antakyalı olduğumu öğrenince annemin mutluluk seslerini çıkaran teyzeler etrafımı sarıyor ve Arapçanın en güzel kelimeleri ile sesleniyorlar bana. Şükren habibi (Teşekkürler canım)….  
Enis’in günlük döner ziyafetini bu defa Lübnanlı bir dükkanda karşılıyoruz. 20 yıl önce buraya göç eden sahibi Bassam ile Arapça sohbet ediyoruz. “Burada hayat huzurlu ve sakin ancak pahalı. Özellikle Avroya geçtikten sonra pahalılık daha da artmış. Bratislava’nın şöyle bir tadına bakıyor ve yolumuza devam ediyoruz. Hedefimiz Avusturya’nın Linz kenti.


Keppler’in Kenti, Linz
Bilgi:
Benzin: 1.50 Euro
Bratislava-Linz: 270 km
Avusturya’da yeşil, yağmur ve çiçekler karşılıyor bizi. Orman dibinde bahçeli evlerin birisinde bizim Servaslı aile kalıyor.
Güler yüzlü ve mizah yüklü Walter ile eşi …….. ile kırk yıllık ahbaplar gibi sohbete dalıyoruz. Walter içki bankasını kasaya doldurup masaya koyuveriyor. Ev yapımı şaraplar ve likörlerin tatlarını baktırıyor. Çam kozalağı ve yeşil ceviz likörleri güçlü aromaları ile beni mest ediyor. Tariflerini alıyorum tabi ki. Bütün Servaslıların yaptığı gibi Walterlar da özel bir yemek hazırlamış, şehrin haritalarını, rehberlerini masaya dizmiş ve uzun sohbetler için zihnen hazırlık yapmışlar.  Uzun bir gece. Okul sistemlerinden evliliklere kadar konuşmadığımız konu kalmıyor. Vücut dinlemek için alarm veriyor ancak biz onu dinlemiyoruz ve ev sahiplerimizle daha çok paylaşmak istiyoruz. Çok susamışken bir su kaynağı keşfetmiştik ve o yüzden doyuncaya kadar su içmek istedik. Öyle de yaptık.   
Kahvaltımızı evin kış bahçesinde orman kenarında yapıyoruz. Geleneksel kahvaltıda kahve, peynirler, farklı ekmek çeşitleri ve meyve suyu vardı. Elbette her evde yapıldığı gibi Enis’e kayısı kıvamında yumurta haşlandı. Günlük gezi performansını gerçekleştirebilmesi için olmazsa olmaz bir yiyecekti bu. Nede olsa gezimizin kaderi Enis’e bağlıydı.
Walter ile Linz gezisine çıkıyoruz. İlk dikkatimizi çeken şey Tuna nehri kıyısındaki gemi şeklinde tasarlanmış cam binadır. Walter buranın çok ilginç deneylerin yapıldığı teknoloji müzesi olduğunu söylüyor. Müzenin yanından geçip her zaman yaptığı gibi kenti ikiye bölen Tuna nehri üzerindeki uzun köprüden yürürken Walter bu köprü ile ilgili ilginç bir bilgiyi paylaşıyor bizle. 2. Dünya savaşının sonlarına doğru Hitler’i durdurmak için Amerikan ve Sovyet birlikleri bu şehre ulaşır. Rus birlikleri köprünün bir tarafında Sovyet birlikleri de köprünün diğer tarafında konuşlanırlar. İki süper güç Linz’i korumak için bu şekilde karşı karşıya gelirler. Köprünün ortasında da kontrol noktası oluşturulur ve bu şekilde aylarca beraber yaşarlar. Ortak düşman Hitler rakiplerin işbirliği yapmasına

sebep olmuş. Köprüyü geçip kentin meydanına ulaşıyoruz. Meydanda çok gösterişli olmayan bir anıt bulunuyor. Bu anıtın yerinde çok eskiden suçluları taşlamak, üzerlerine tükürmek ya da idam etmek için büyük bir platform varmış. Zamanla medeniyet gelişmiş ancak suç kavramı ortadan kalkmamış. Ancak suçluları cezalandırma işi gözlerden uzak bir noktaya taşınmış. Aynı meydanda bitpazarına denk geliyoruz. Etrafta sadece tarihi binaların olduğu bu mekanda ihtiyarla, bit pazarı ve eski eşyalar ilgi çekici bir görünü oluşturuyor.
Astrolog Keppler’in evini ziyaret ediyoruz. Bu ilginç adam gökyüzünü sürekli gözlemleyip en büyük keşiflerini bu evde yapmış. İşine o kadar aşık ve kendinden geçmiş bir şekilde yapıyormuş ki Protestan olmayı ret eden köylülerin ayaklanması sırasında çıkarttıkları gürültüler nedeni ile onlara fena kızıyormuş. Penceresine çıkıp köylülere ve askerlere şöyle seslendiğini duyar gibi oluyorum; “Hey, ne bu gürültü? Yavaş olun biraz. Yıldızları izleyemiyorum.”
Linz’in büyük katedraline girerken kilise korosunun sesi ile ürperiyoruz. Birden sessimiz kısılıyor ve ortamdaki ilahi atmosfer bizi etkisi altına alıyor. Walter kiliseyi anlatırken bize hükümdarlığı boyunca hiç savaşmamış olan bir kralın kalbi ve midesinin olduğu duvarı gösteriyor. Kalbinin buraya gömülmüş olması bana çok garip gelmemişti. Ancak ya midesi? Midesini neden gömmüşler? Cevap yok. Hiç savaşmamış kral! Ne güzel. Savaşsızlık özlemi insanlık tarihi kadar eski görünüyor. Bu arada kilisenin dış duvarında Çin haritasını ilk defa çizen ………için asılmış levhayı fark ediyoruz. O tarihlerde ta Linz’den kalkıp harita çizmek için Çin’e kadar gitmek ve orada yıllarını harcamak bana ilginç bir yaşam tarzı olarak geliyor. Ancak şunu da biliyorum. İnsanoğlu hep çılgındı. Ve de öyle kalacak. Sanırım sırrımız burada saklı.
Kentin en eski Restoranı 1687 tarihli ve hala çalışıyor. Camından içeri bakıyorum. Ve uzun tarih geçiyor beynimden. Farklı
zamanlarda farklı kıyafetlerle yemek yiyen insanlar, çalışan aşçılar, yamaklar, restoran sahipleri, sesler, fareler ve belki de kavgalar….
Walter’dan ayrılma vakti gelmişti bile. Yağmur çiselemeye başlamış karnımız da acıkmıştı. Bilgi yüklü, esprili, insanları rahat ettirmeyi iyi bilen, sade ve dünya insanı olma özelliği taşıyan Walter’ı bir daha görmeyi çok isterim. Ona el sallayıp taş sokakların içinde kayboluyoruz.





Nazilerin En Alman Kenti; Nurnberg
Beş yıl önce izmir’de konuk ettiğimiz Servaslı dostlara doğru yol alırken heyecanlanıyoruz. Normalde Servaslıların evine giderken heyecan, merak ve acaba nasıl insanlar ve nasıl bir evde yaşıyorlar? hisleri taşıyoruz sürekli. Ancak bu defa eski dostlarla buluşmaya gidiyorduk. Onları sevecek kadar tanıyorduk. Konser yerinde buluşalım dediler. Dans edeceğiz dediler. Eve gidip ne yapacağız dediler. Biz de Nurnberg’e yakın bir kasaba olan Fürth’e doğru yol alıyoruz yol yorgunluğunu görmezden gelerek. Eski renkli evlerin olduğu bu tarihi şehrin aynı anda sekiz meydanında sekiz farklı müzik grubu farklı müzikleri icra ediyorlardı. Geleneksel Alman müziğinden Rock ‘n Rolla Jazz’den Metale kadar birçok tarzda müzik. Herkes kendi zevkine uygun müziğin yamacına oturmuş ruhunu dinlendiriyordu. Meydanlar ve sokaklar eğlenmek, içmek, yemek ve dostlarla buluşma keyfini
yaşamak isteyenlerle dolu idi. Sokakların ortasından eskinden bizim köylerde olduğu gibi arklardan sular da akıyor. İnsanlar tek ya da çift katlı bahçeli evlerde yaşıyorlar. Tuhafıma gelen bir şey fark ediyorum başım havada yürürken. Sanayileşmiş modern ülkeler yaşamın en doğal ve geleneksel halini yaşamaya çalışıyorlar. Bizim gibi ülkelerde ise en üst sınıftakilerin bir kısmı, orta sınıf ve köylüler apartman tarzı büyük binalarda yaşamayı tercih ediyorlar. Geçmişin zor kırsal yaşamı insanları hala korkutuyor sanırım.
70 yaşlarını geçmiş olan Anja ve Norbert’ı sahnede dans ederken buluyoruz. Sarılmalar ve muhabbetlerden sonra dansa devam ediyorlar ve bir daha durmuyorlar. Birkaç saat sonra bizi yemeğe götürüyorlar. Nereye dersiniz? Az ilerde park
ettikleri karavanlarına. Aracın ortasını bir anda sofraya dönüşüveriyor. Seyahat konusunda tecrübeli olan dostlar az para harcayarak çok eğlenme, gezme ve ziyafet çekme konularında uzmanlaşmış durumdalar. Sanırım insanlarımızın seyahat etme azlığının bir sebebi de seyahati ucuza getirebilme tecrübelerinin olmamasından kaynaklanıyor. Yemekten ve beş yıllık geçmiş özetinden sonra onlar dans etmeye devam ediyorlar. Bize de ev anahtarlarını verip eve gönderiyorlar. Servas insanları arasındaki bu güveni çok seviyorum. Yine orman kıyısında, karanlıklar içinde, yabancılara alışkın sessiz bir bahçeli ev karşılıyor bizleri. Ev bize hazırdı. Biz de yatmaya hazırdık. Kendimizi yatağa zor atıyoruz.
Sabah uyandığımızda kış bahçesinde şık bir masada geniş bir kahvaltıyı ve camların arkasındaki
ağaçlarda koşuşturan sincapları buluyoruz. Termos ise çay ile doldurulmuş. Bize yazdıkları notta sabahın 3ünde eve geldiklerini ve geç kalkacaklarını öğreniyoruz. Yani onca yorgunluktan ve geç saate rağmen kahvaltımızı hazırlayıp yatağa gitmişlerdi. Böyle insanlar sevilmez mi? Ömür boyu dostluk kurulmaz mı?
Arkadaşlarımız uyanıyor ve biz de onların 1990larda Türkiye’nin doğusunda ve dünyanın sıra dışı bölgelerine yaptıkları seyahatleri dinliyoruz. Çok eskiden beri tuttukları Servas konuk defterini paylaştılar bizlerle. Okuduk, şaşırdık, gülümsedik, kıskandık ve en önemlisi yeni seyahatler için ilham aldık. 
Norbert ve Anja günümüzü planlamışlardı. İlk durak Dokümantasyon Merkezi idi.

Nazilerin Karargahı ve Toplanma Merkezi; Dokümantasyon Merkezi
50 bin taraftarın toplanabileceği örgütlenme ve propagandanın yapıldığı göl kenarında birkaç stadyum büyüklüğünde bir alan. Kocaman binalar ve salonlar. Hitler’in insanların beynini ve ruhlarını uzun bir süre tutsak etmek için kullandığı merkezdeyiz. Buraya şu anda Dokümantasyon Merkezi deniyor çünkü Nazi dönemi ile ilgili tüm dokümanlar ve geçmiş burada saklanıyor ve sergileniyor. Mükemmel kurgulanmış ve oluşturulmuş bir merkezin ve düşüncenin insanların aklını ele geçirmesi dehşet verici bir şey olsa da çok şaşırtmıyor? Hitler, Nurnberg’i kendisi için başkent olarak seçmişti. Almanya’nın en Alman kenti diyerek yerel insanları etkisine almıştı. İlk örgütlenmeler, yürüyüşler ve iktidara hazırlıklar buradan başlamıştı. Bu merkezde şu anda Hitlerin yükselişinden ölümüne ve hatta
savaş sonra yapılan uluslar arası mahkemeye kadar bütün aşamaların dokümanları sergileniyor. Tarihi sıraya göre, adım adım, odadan odaya geçerek, fotoğraflar, gerçek belgeler, filmler ve audio rehber sayesinde Nasyonal Sosyalist dönem ziyaretçilerin yüzüne sert bir tokat gibi iniyor. Burayı gezenlerin yüzlerindeki şaşkınlığı, utancı, hüznü ve ‘bu adam insanları nasıl bu kadar etki altına alabildi’ ifadelerini fark ediyorum.
Dokümantasyon merkezinin bir bölümünde tren rayları üzerine serpiştirilmiş ve üzerlerinde Yahudi kurbanların olduğu plakalar çok şey anlatıyor. Hitler’in peşinden giden insanların o rüzgara nasıl kapıldıkları anlatan belgeseli
dinliyorum. Bir halkın basireti ancak böyle bağlanabilirdi. Ve elbette propaganda’nın gücünü çok iyi biliyorum. Hitler’in subayları ve soykırıma katılan diğer suçluların Uluslar arası mahkemede yargılamalarını gösteren videolar ve ifade dosyalarını izlemek tüyler ürpertici bir şey. Uluslar arası mahkeme fikri ilk defa burada uygulanıyordu. Binanın son bölümde tramplen gibi bir platform Arena gibi bir yere çıkarıyor sizi. Çok yüksekten Hitler’in hayranlarına baktığı yerden bakıyoruz devasa alana. Hemen yanınızda alanın dolu halini gösteren siyah beyaz fotoğrafları görüyorsunuz. Ürkünç.
Merkezden çıktığımda tarihte seyahat etmiş, Hitlerin yaptıklarına birebir tanık olmuş, korkmuş ve dayak yemiş gibi hissediyorum. Irkçılığın ve faşizmin insanın çocukları olduğunu kabul etmekte zorlanıyorum. Merkezin dibindeki gölün güzel manzarasını bile görmek istemiyorum.
Almanlar Hitler deneyiminin bir daha yaşanmaması için bu tarihi unutturmamaya çalışıyorlar. Hem
de çok ciddi bir şekilde. Biz ise tarihte olan kötü şeyleri unutmaya ya da unutturmaya çalışırız. Unutmak istemeyenleri de devlet ve bazen toplum cezalandırır. Bu merkeze öğrenci ve öğretmenlerin ücretsiz girmesi de unutturmama çabasına bağlıyorum. Bu durumdan biz de faydalanıyoruz. Tarih ancak bu kadar etkili öğretilebilirdi. Burayı gezen bir insan tarihten ders almayı öğreniyor, savaş karşıtı olma ihtimali yükseliyor ve barışın değerini daha iyi kavrıyor. Batı Avrupa’nın birçok tarih müzesinden çıkardığım sonuç bu. Amaç tarihlerini yüceltmek ve zaferleri ile övünmek değil savaşların yıkım olduğu gerçeğini göstermek. Bizim tarih öğretme anlayışımız geliyor aklıma. Geçmişin kahramanlıkları anlatıp yeni savaşlara yeni askerler yaratmaya çalışılıyor. Üzülüyorum.
Nurnberg insanı her açıdan doyurma gücüne ve zevkine sahip bir kent. Kentin trafiksiz kadim
sokaklarını dolanırken bir çok Avrupa şehrinde olduğu gibi tarihi binalar, mekanlar, köprüler, gelenekler, festivaller, yemekler, çeşitli yüzler ve çok kültürlü yaşam izlerine rastlıyoruz. Sokaklarda Türkçe ve Arapça Almanca’dan sonra en çok duyulan diller. Öğleden sonra Anja ve Norbert önde biz arkada kentin görünen ve görünmeyen yüzlerini tanımaya çalışıyoruz. Festival zamanı olduğu için müzikler ve gösteriler ortalığı şenlendirmiş durumda. Kardeş kent Venedik’in konuk olduğu festivalde Venedikli maskeli kadınlar ve kalabalık içinden endamlı bir şekilde geçişleri seyircileri mest ediyor. Saray gibi bir binanın içinde ve bahçesinde insanlar Venedik yemekleri ve müziklerinin tadını çıkarıyorlar. Taş yoldan kaleye çıkıp kente yukarıdan bakma zevkini her gittiğimiz yerde yapıyoruz. Tabi ki kale varsa. Bu sayede kenti kavramak ve beyinde ona bir alan vermek kolaylaşıyor. Kale ta
1100lerde Orta Asya’dan kalkıp buralara gelen Macarlara karşı inşa edilmiş. Yani Türkler Anadolu’ya doğru at sürerken Macarlar buralara göz koymuş. Burası küçük bir kale iken çeşitli tarihlerde büyütülüyor ya da planları değişiyor. İşte bugüne kadar yapılan tüm değişiklikleri anlatan üç boyutlu kale planı gösterisi bana çok ilgi çekici geliyor. Orijinal bir düşünce olup seyyahlara büyük bir öğrenme fırsatı sunuyor.
Aşağıya kent merkezine tekrar iniyor ve minik tarihi köprünün üzerinden geçip sokak sokak meydan meydan dolanıyoruz. Aile ilişkilerinin farklı yönlerini ve dönemlerini anlatan fıskiyeli kadın erkek heykellerini izleyip cinsler arasındaki ilişkiler üzerine düşünme fırsatını kaçırmıyorum.
Kent meydanındaki Evanjelist Luteryen St. Lorenz katedralinin loş ortamına giriyoruz. Gotik mimari
tarzı ile yapılan bu ortaçağ katedraline girer girmez 2. Dünya savaşı sırasında yıkılmış halini gösteren fotoğrafları görüyorum. O sırada savaş düşüncesinden kurtulmaya çalışan beynime bir darbe daha iniyor. Ve savaşla ilgili çarpıcı şeyler öğreniyorum. Bombardıman sırasında katedralin ismini taşıyan azizin mezarı zarar görmesin diye betonla kapatılmış. Savaş bitince üzerindeki beton itina ile kazınmış. Almanya tarihini bilen her insanın yaptığı sorgulamayı ben de yapıyor ve kendime şunu soruyorum; ‘iki dünya savaşında da yıkılıp harap olan bir ülke nasıl oluyor da şu an en gelişmiş ülkelerden biri olabiliyor?’ 
Kale dibinde Alman ressam, matematikçi ve matbaacı olan Albert Durer’in (1471-1528)   evini seyrediyorum. Evin 1420 yılında inşa edildiğine inanamıyorsunuz. Sapasağlam, dinç ve gururla bakıyor meydana. ‘Durer zevk sahibi bir insanmış’ diyesim geliyor ancak etrafındaki tüm evler aynı alımlılıkta olunca bundan vaz geçiyorum. Herkes öyle imiş. Evi ve ortamı, havayı ve orada akan hayatı daha güzel gözlemleyebilmek için evin tam karşısındaki kafede oturmalısınız. Hemen yanında Durer’e ithaf edilmiş sevimli tavşan heykellerini göreceksiniz. Durer’in tavşan, kuş ve diğer hayvan tabloları en etkileci eserler olarak kabul edilmektedirler.
Dostlarımızla beraber geç saatlere kadar edilen muhabbetlerin konusu öyle çeşitli ki… Gezi planları, Gazze-İsrail meselesi ve Almanya’nın suçluluk duygusu ile İsrail’i az eleştirmesi, Türkiye’deki tartışmalar, Avrupa Birliği ve bir sonraki buluşma için yapılan iyi niyetli temenniler. Bir daha buluşuncaya kadar onları çok özleyeceğiniz. Anja ve Norbert profesyonel misafirperverliğin nasıl bir şey olduğunu gösterdiler.













Gökdelenler Gölgesindeki Kent; Frankfurt
Frankfurt'a araba ile girdiğimizde kafam karıştı bir anda. Kentlerle ilgili geleneksel düşünme tarzımı
altüst eden sahneler çıktı karşıma. Hızla yol alırken aynı anda hem gökdelenler hem de kısa boylu geleneksel binalar gözümün önünde akıp geçti. Sonra çok yeşil caddeler, heykeller ve kenti bir kemer gibi kuşatan ormanlarla karşılaştık. Ezberlerimizi bozacak bir şehre geldiğimizi anlamıştım o anda. Seyahat'in en büyük gücü ezberleri sarsmak değil midir zaten? Kent dışına çocuklu Servas ailemize ulaşıyoruz. Bahçeli evin bahçesinde buluştuk. İki oğlan çocuğu trambolinde karşıladı bizi. Enis takıma hemen dahil oldu. Onlarla beraber zıplarken kahkahaları birbirlerine karıştı. Sonra büyük oğlanla İngilizce dilinde futbol oynadık. Farklı bir tecrübe idi. Alman anne ve İngiliz babadan dünyaya gelen iki sevimli çocuk iki dille büyütülüyorlar. Almanya'da İngiliz okuluna gidiyorlar. Enis de iki dille (Türkçe-Arapça) büyüdüğü için Servas çifti Larissa ve Alistar ile konuşacak çok şey
yakaladık. İki dille çocuk büyütmenin güzellikleri, farklılığı ve zorluklarını paylaştık. Kafamda bir konu kendini tekrar doğrulatmıştı. Çok dille çocuk yetiştirmek elbette mümkündür. Ve belki de çocuğu çok kültürlülük ile tanıştırmanın ilk adımıdır. Avrupa'da yaygın olan kış bahçesi tarzındaki salonda şarap ve muhabbet keyfini tekrar yaşıyoruz. Yine farklı dünyalardan gelmiş insanlar, yaşam hikayeleri, bilgiler ve kişilere özel davranış biçimleri. Larissa'nın lavaş ekmek, labne peyniri, roka ve tütsülenmiş somon balıktan yaptığı dürümler şahane idi. Ferdus hemen notunu alıyor. Eve dönünce yapılacaklar listesine alınıyor. Alistar bir Avrupa bankasında

çalışıyor. Finans ve kapital kenti Frankfurt'taki olumlu ekonomik durum hakkında bilgiler alıyoruz. Ve tüm Servaslılarda yaptığımız gibi her yaz Antakya'daki köyümüzde gerçekleştirdiğimiz Servas Bizimle Yaşayın Bizimle Paylaşın Çocuk programını anlatıyor ve fotoğraflar gösteriyoruz. 

Program Linki: https://www.facebook.com/groups/95345139652/
Ertesi gün Ailemizin hayat akışına uyup onlarla beraber havuza gidiyoruz. Havuzda arkadaşları ile konuşmak kültüre ve gündemlerine dair bilgiler almamızı sağladı. Çocuklar da pek eğlendi. Veda

edip kentin bize neler sakladığını bulmaya çalışıyoruz. Cam kaplamalı gökdelenlerin gölgelerinin düştüğü eski Frankfurt sokaklarında turist, göçmen, havada uçuşan onlarca farklı dil, yüz rengi, çok kültürlülüğün nimeti farklı lezzetler (en çok dönerciler), müzikler karşıladı bizleri. Çok alımlı olmayan Goethe'nin evini ziyaret ediyoruz. Main Nehri üzerindeki köprüden kenti gece ve gündüz izlemek beyninizde unutamayacağınız kareler bırakacak. Ve büyük ihtimalle Frankfurt ne zaman aklınıza gelse bu fotoğraf gelecek gözünüzün önüne. Almanlar eski kenti ile yeni kenti içine alan tezatlar şehri yaratmışlar. Tüm çok kültürlü kentler gibi Frankfurt da çok sürprizleri, sıra dışı insanları ve kokuları içinde barındırıyor. Keşfetmeli...

Ve Frankfurt'a’ veda etme zamanı gelmişti. Hollanda’nın kıyısından geçip Belçika’nın Limburg kentine gitmek üzere yola çıkıyoruz. Arkamızda dostlar ve sincaplar.













Madenler Bölgesi; Limburg
Servas dostlarımızla buluşmalarımıza ara veriyor ve bu defa kuzenlere konuk oluyoruz. Eski madenci yeni aile terapisti ve Alevi Derneği başkanı Deniz, eşi Emel ve sevimli kızları ile beraberiz. Özel
zamanlar başlıyordu yine. Deniz’in Alevi, Anadolu ve çağdaş dünya değerlerini sentezlemiş dünyası ‘doğulu mu batılı mı olmak gerekir’ sorusuna çok güzel bir cevaptır. Beynini, yaşamını ve çevresini yenilemek için sürekli devinim halinde olan Deniz’in rehberliği de çok başarılı. Bize gösterdiği eserleri sanki ilk defa görüyormuş gibi hayran hayran inceliyor. Tamamı ile yeşil enerji ile işleyen ve yeni yapılan belediye binasının en üst katına çıkarıyor bizi özel izinle. Bu yapı Belçikalı bir Fizikçi-Matematikçi olan Ingrid Daubechies adına yapılmış ve çatısında bulunan iki göz matematikçinin güzel gözlerini temsil etmektedir. Biz de o gözlerden kenti seyrediyoruz. Kentte ilk dikkat çeken eski madenden

kalan vinçler, binalar ve yer altından taşınan toprakların biriktirilmesinden oluşmuş tepeler. 1960larda babam ve amcamın da çalıştığı bu maden bölgesi 1990ların başlarında kapanmış. 1953te meydana gelen maden faciasında 150 kadar İtalyan madenci ölünce İtalyanlar işçi göndermeyi kesmiş. Bu durum Türkiyeli, Faslı ve Yunan işçilere kapıları açmış. Yani bir anlamda burada bulunuşumuza sebep olan şey o acı maden faciasıdır.
Deniz bizi haçlı seferleri sırasında toplanma merkezi olan kullanılan şövalyeler şatosuna götürüyor. Bu şato Alden Biezen kasabasına bağlı bir yerde tek başına yaşamaktadır. Dün inşa edilmiş kadar dinç görünen, geniş bir orta avlusuna, Paris’teki Lüksemburg Bahçesini andıran bahçe düzenlemesi ile gözleri kamaştıran, kırlara ve meyve bahçelerine açılan büyük kapısı ile doğanın ortasında bir masal sarayına
benziyor. İçinde dönemin Şövalye komutanlarının olduğu çok eski tablolar ve eşyalar büyüleyici bir hava yaratıyor. Duvar süslemeleri, büyük pencereler, oradan görünen doğa manzaraları, bodrum kattaki sütunlar ve döşemeler zamanın zevkini çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Şato içerisinde Kan isimli ilgi çekici bir sergiye denk geliyoruz. Şatonun birçok salonu ve odası kullanılarak oluşturulmuş sergide kanı çağrıştıran birçok şey konmuş. 1. Dünya savaşından kalma kanlı gömlekler, şarap yapım edevatları, şarap kokusu ve şarap yapımını gösteren fantastik video, insan kanı, lazerli kan gösterisi, kesik parmak ve kanlı tablolar çok disiplinli bir sergi olduğunu gösteriyor. Bu sergiden
çıkıp Belçika’nın meşhur patates kızartmasını yemek biraz zor geldi doğal olarak.
Birazdan kent merkezindeydik. Kent meydanındaki kahraman heykeli Roma İmparatorluğuna karşı köylülerle beraber direnişe geçen ve Roma’nın olağan üstü gücüne rağmen yenilmeyen çılgın bir komutana ait olduğunu öğreniyoruz.  Romalılardan kalma duvar kalıntılarını takip ederek kentin etrafında yürürken özenle korunmuş çok eski yapılar karşısında hayranlığımızı sürekli belli ediyoruz. İnsan seyahat ederken memleketinde eksikliğini hissettiği özlemini çektiği şeyleri görünce ister istemez heyecanlanıyor ya da hayıflanıp üzülüyor.
Akşam eve gelince küçücük Belçika’nın yüzlerce çeşit birasından birkaçının tadına bakıyoruz. Enfes. Anadolu ve Belçika mutfaklarını ustaca harmanlamış olan Emel ise bize bir ziyafet
sunuyor. Bu defa sofrada tarih, kültür, sanat, politika yok. Dedikodu yapıyoruz bol bol. Deniz’in kaş çatmalarına rağmen aile içi, köy ve Antakya ile ilgili komik dedikodularla çokça eğleniyoruz. Az sonra Ferah bize piyano çalıyor, Iris ise tüm ısrarlara rağmen gitarını tıngırdatmıyor bile. İris ve Ferahla beraber evde olmayan üçüncü kız Gamze’nin orkestra performanslarını video kaydından izliyoruz. Akademik ve müziksel başarı hikayesi olan 4 kız çocuklu sevimli kuzen ailesine konuk olmak mutluluk ve gurur veriyor.
Tüm ayrılıklar gibi bu ayrılık da çok erken hissiyatı veriyor. Ancak Brüksel’e gitme vakti gelmişti. Avrupa’nın ve Çikolatanın başkenti bizi bekliyordu. Kuzenler yolluk olayını fazla abartarak yolcu ediyorlar bizi.


Avrupa’nın ve Çikolatanın Başkenti; Brüksel
12 Milyon nüfuslu Belçika üç yönetim bölgesinden (Flaman, Alman ve Fransız (Valon) oluşuyor. 3 adet resmi dili, 3 adet özerk bölgesi ve 3 adet parlamentosu var. Küçücük bir ülkenin daha etkili yönetilebilmesi ve insanlarını mutlu edebilmesi için üçe bölünmüş olması ilgimi çekiyor. Her zaman inandığım bir fikir bu ülke içinde seyahat ederken doğrulanıyor sanki. Bir ülke ne kadar küçükse o kadar iyi. Ülke büyük olduğunda ise özerk bölgelere ayırmak ve yönetimi orada yaşayan insanlara devretmek gerekmez mi?
Brüksel’in resmini çizerken çerçevenin en görünen kısmına çikolata, bira ve frit (patates kızartması) koymak gerekiyor. Çikolata ile başlayalım. Belçika’da çikolata üretim geleneği1600lerde sıcak çikolata şeklinde başlıyor. 1884 yılında çıkarılan yasa ile çikolata yapımına sıkı standartlar konmuş. Ne çeşit yağlar kullanılacağı ve kullanılacak kakao miktarı bile belirlenmiş. Dünyanın her tarafına ihraç edilen hazın zirve noktası çikolata ülkenin her tarafında çok görünür bir şekilde insanları mutlu ediyor. Birçok çikolata fabrikası tariflerini gizli tutmakta ve çikolata yapımında geleneksel usulleri takip etmektedirler. Mesela çikolataları hala elle yapan birçok köklü firma bulunuyor.   
Resmin diğer bir köşesine ise Belçika birasını koymak lazım. 735 çeşit bira (yereller hariç) çeşidi ile
bira cenneti olan Belçika’da hemen hemen her köyün bir birası mevcut. Ancak en köklü ve en leziz biralar manastır biralarıdır. Bira yapım geleneği Belçika henüz bağımızı bir ülke olmadan önce 1100lü yıllarda başlıyor. Çok çeşidi olan biraları şişeleri ve özel bardakları çok dikkat çekicidir.
Fotoğrafın tamamlayıcısı ise Frit yani patates kızartması. İngilizce’de French Fries deniyor ama bun Belçika’da sakın söylemeyin. Belçikalılar, “Fransızlarla ne alakası var” deyip size kızabilirler.  Dükkanların önünde sürekli uzun kuyruklar görürsünüz. Birkaç yerde bu yazıyı fark ediyor ve gülümsüyorum; Fries keep Belgians United-Patates kızartması Belçikalıları bir arada tutuyor. 540 gün hukümetsiz kalan ülkede sistemin hükümetsiz devam edebilmesi sürekliliğini
ve gücünü gösteriyor. Yine de mizah sever Belçikalılar ülkenin karışmamasını patatese bağlıyorlar.
Belçika ile ilgili en önemli kavramların sunumunu yaptıktan sonra arenaya benzeyen ve dört tarafı devasa binalarla çevrili meydana
(Grand Place) iniyoruz. Yukarıdan bakılınca bir arenaya hapsedilmiş izlemi veren binlerce turisti görürsünüz. Altın gibi parlayan binaların kimisi müze, bir tanesi belediye binası, kimisi ise otel olarak kullanılmaktadır. Ulusal müzede Belçika’nın eski hallerini gösteren haritalar, tablolar ve kabartmalar kentin geçirdiği evrimi göstermek açısından önemlidir. Müzede tüm dünya halklarının kıyafetlerini gösteren bir bölüm var. Ancak burada da mizah devreye girmiş. Kıyafetleri Belçika’nın simge çocuğu Manneken Pis (İşeyen çocuk) giymiş. Belçika’nın simgesi işeyen çocuk heykeli kentin her yerinde her kılıkta karşımıza çıkıyor. Efsaneye göre, 15. Yüzyılda düşmanlar Belçika surlarının
dibine dinamit koyarken Manneken Pis adlı bir çocuk onları görüyor ve dinamit tam patlamak üzere iken dinamit fitilinin üzerine işiyor ve böylece kenti kurtarıyor.
Brüksel Paris’in küçüğü ve daha az karmaşığı, daha az Fransız, onun kadar çok kültürlü, güler yüzlü, nazik, AB merkezi olması sebebi ile resmi yüzlü, ıslak, eğlenceli, özgürlük sever, çok müzeli ve çok
midyeli bir kent. Kentin insanı saran özgürlük havası hemen vücudunuza sirayet ediyor. Etrafınıza ve içinize baktığınızda sanki herkes istediğini yapıyormuş, keyfi yerindeymiş gibi hissediyorsunuz. Eğlenmeye hazır, aylak, yiyen-içen ve etrafa gülücükler saçan insanların şehri
bu. Kentin kalbinden biraz uzaklaşınca turistlerin olmadığı ve doğal hayat akışının yaşandığı caddelere geliyorsunuz. Heykeller, eski binalar ve sokak resimleri sizi sıklıkla karşılıyor. Adalet sarayına sokak asansörü ile çıkmalı ve Brüksel’i gören terasında bir şeyler atıştırıp (peynirli sandviç olabilir) Belçika birasından içebilirsiniz.
Brüksel’de ilginç bir yerden daha bahsetmek istiyorum. Mültecilere sığınak olan St. Jean-Baptiste Mülteciler Kilisesi. Bu kilise ile beraber bugünlerde Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin sığınak olarak camileri kullanmalarını aklıma şunu getiriyor. Herhalde kutsal mekanların bundan daha kutsal bir işlevi olamaz. Ne de olsa devasa büyüklükte camiler ve kiliseler çoğu zaman boş durmaktadırlar. Bu arada Brüksel’deki bu kilisede kalan Afgan mültecilerle
alakalı bir olay yaşanıyor. Belçika başbakanı Afgan mültecilerin sığınma talebini Afganistan’ın güvenli bir ülke olduğunu öne sürerek ret ediyor. Buna tepki gösteren mülteci hakları savunucuları Brüksel’den Gent’e (66 km) kadar yürüyüş düzenliyorlar. Yol üstünde Başbakan’ın evinin önünden geçerken posta kutusuna üstünde “madem Afganistan güvenli bir ülke o zaman bu ülkeye tatile gitmeye ne dersin” yazılı bir uçak bileti atıyorlar. Ne kadar yaratıcı bir eylem, değil mi? 

Heyecanlandıran bir kenti tanırken ve yaşarken yorgun düşüyoruz yine. Ancak, bu durumda sizi sevdiğiniz kuzenleriniz evde bekliyorsa o yorgunluğu pek önemsemiyorsunuz. Brüksel’i tanıyan, yaşayan, kültürünü özümseyen ve onun bilgi birikiminden faydalanan kuzenler Hasret ve Gamze’ye vardığımızda onları lezzetleri hazırlarken buluyoruz. Aileleri gibi insanı rahat ettirmeyi iyi bilen, sohbetin her anında bilgilerini paylaşmayı seven, Belçika’daki Müslümanların sisteme entegre olmamasından sürekli şikayetlenen capcanlı kuzenlerle kırk yıldır görüşüyormuşuz gibi muhabbete dalıyoruz. Enis de Hasret’in sürekli ‘Zo fil’ (çok tatlı) demesiyle coşuyor. Oynaşıyor. Keyfine diyecek yok.

Antwerp’te Nazi Kampı; Breendonk
Antwerp’teki Breendonk Nazi kampında gördüklerim karşısında bu kadar dehşete düşeceğimi hiç sanmıyordum. Tabuta benzeyen mimari şekli ve Avrupa’nın belki de en iyi korunmuş yani olduğu gibi bırakılmış kampından bahsediyorum. Etrafı su kanalları ile çevirili ve bizzat mahkumlar tarafından inşa edilmiş olan kampta birçok bölüm bulunmaktadır. İşkence odaları, daracık koğuşlar, idam sehpaları, domuz ahırları ve demirci atölyeleri ile çok sistemli inşa
edilmiş bir ölüm kampındayız. Buraları dolaşırken olay sanki binlerce yıl önce olmuş gibi hissediyorsunuz. Ancak, idam sehpasının
yosunlu yaş tahtalarına ve koğuşlardaki ottan yapılma yataklara dokununca bunun çok yakın zamanda meydana geldiğini hissediyorsunuz. Çeşmelerin ve tuvaletlerin pas tutmuş demirleri bile tazeliğini koruyor. Belçika’daki bu kampta Nazi işgaline karşı yer altı örgütlenmeler ve direnişler yapan Belçikalı solcuların da kaldığını öğreniyoruz. Avrupa’nın trajedisi sadece 70 sene önce gerçekleşti. Yani çok yakın bir zaman önce idi. O yüzden insanlardaki utanç da şaşkınlık da halen çok taze.

Belçika’nın En Solcu Kenti; Gent
Celtic dilinde iki nehrin birleştiği yer anlamına gelen Gent’e varıyoruz. Buraya kanallar kenti ya da küçük Venedik denebilir. Belçika’nın araç trafiğine kapalı en geniş şehir merkezine sahip Gent’te en dikkat çekici olan şey tarihi dokuyu bozacak hiçbir yeni binanın, kablonun ya da tabelanın olmaması. Orta çağ mimarisinin hüküm sürdüğü kentteki otomobilleri kaldırırsanız kendinizi gerçekten yüzlerce yıl öncesinde hissedersiniz. Kendine özgü mimari yapısı olan evleri, katedrali, müzeleri, dükkanları ve köprüleri hem yaya olarak seyretmek hem de
nehrin içinden izlemek hiç bilmediğiniz bir masala dahil olmak gibi bir şey. Bir anda masalın önemli bir karakteri haline geliyorsunuz. Ve bu masaldan dışarı çıkmak istemiyorsunuz. Ancak masallarda sıkça rastlanmayan bir olay başınıza gelirse direnseniz bile o masaldan çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Teknede iken sıkça yaşanan şiddetli bir yağmura tutulmak… Teknede çok renkli ve büyük şemsiyeler dağıtılıyor ancak nafile. Sular altımıza kadar ulaşıyor. Gent böyle bir kent imiş. Her an yağmur her an güneş. Çıkarken gözüme bir ilan çarpıyor. Nehre nazır 1150 tarihli satılık bir bina. Fiyatı 2 milyon Euro.
Soluğu çocukluk arkadaşım ve kuzenim Recai ve eşi Caterina’nın evinde alıyoruz. Islak ıslak. Onlar da kentin ve hayatın merkezinde geniş tarihi bir evde Gent’in tadını doyasıya çıkarıyorlar. Evlerinin bitişiğinde Suriye lokantası var. Bu demektir ki Recai Antakya ve Doğu Akdeniz yemeklerini özlediğinde soluğu burada alıyor. Gent’in solcu yani özgürlükçü yönü sayesinde burası kuzenimin ve diğer yabancı kökenlilerin yaşamak için ilk tercih ettikleri kentlerden birisi. Kentin kendini belli etmekten çekinmeyen çok kültürlü ve sesli yüzü insanı kendisine yaklaştırıyor. Bu arada şehrin sol ve protesto geleneği ile ilgili şöyle bir bilgiyi paylaşıyor Recai. 1968’de biraya zam yapıldığında
insanlar iki hafta boyunca kent meydanını işgal etmişler. Karar geri alınıncaya kadar. Ve sonunda istedikleri oluyor. Biraya zam yapmak Belçikalılara yapılabilecek bir şey mi?
Recai ile her buluşmamız ortak geçmişe bir yolculuktur. Çocukluk anılarını, fotoğraflarını, amcamın minik eşeğini, evin damında yatılan geceleri, bahçelerde yaşadığımız aşkları ve doğa ile kurulan çocukça ilişkiyi konuşuyoruz. Bir yanda köyde büyümüş ben, diğer yanda Antakya damarı olan Recai, Belçikalı eşi Catharina, doğma büyüme Belçikalı Hasret, Tokatlı Züleyha, oğlumuz Enis ve kardeşim Ferdus. Dağlar kadar farklı geçmişlerden gelen insanlar ve hikayeleri… Hepimiz yemeğin etrafında toplanmıştık. Hayatın en ilgi çekici ve zengin anları bu sırada yaşanıyor. Keman sanatçısı olan
Catharina’nın beni şaşırtan yönü Anneannesinden itibaren başlayan vejetaryen geleneğinin kendisinde de devam ediyor olmasıdır. Şimdi ise 2 yaşındaki çocuğunu da vejetaryen olarak büyütüyor. Çocuğa baktım sapasağlam duruyor. Annesi de sağlığının çok iyi olduğunu teyit ediyor. Demek oluyormuş. Recai’nin mahzeninde dünyanın farklı yerlerinden getirdiği şaraplar itina ile yerleştirmiş içilecekleri anı bekliyorlar. Bizim kısmetimize 2002 doğumlu Fransız şarabı düşüyor. Catarina’nın özenle hazırladığı Belçika yemekleri ile damağımızın unutamayacağı hoş tatlar bıraktı.
“Gent at Night” diyor kuzen ve tüm kentler gibi gece başka elbiseler giyen Genti seyre çıkıyoruz. Nehirler ve ışıklar taş binaların üzerinde yansıyınca büyülü bir hava kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kalenin yanından geçerken işkence zindanlarını anlatıyor. Sokaklara yayılan çığlık seslerini duyar gibi oluyorum. Avrupa ne kadar büyük cehennemlerden çıkıp bugünlere gelebilmiş. Hayretler ediyorum. Ancak bizim coğrafyalar halen cehennemleri yaşama aşamasını geçemedi.


Kuzey Denizine Komşu Kent; Brugge
Seyahatimizin en uzak noktasına geliyoruz. Ege Denizinden çıktık ve neticede Kuzey denizine
vardık. Buraya gelmenin de mükâfatını aldık. Kanallarla çevrili kent olan Brugge’ü tanıdık. Bu fantastik kent altın çağını 12. ve 15.yüzyıllar arasında kanalların açılması ile yaşamış. Kanallar tekneleri ve ticareti kentin içine kadar getirmiş. Uzun yıllar sonra kanallar balçıkla kapanmaya başlayınca ticaret duruyor ve kent gerilemeye başlıyor. Anahtar sözcük ticaret değil midir zaten? Tarihte ekonomik, siyasi, felsefi, edebi, mimari ve sayılamayacak yüzlerce şeyin gelişimi uluslar arası ticarete bağlı olmuş. O yüzden deniz ya da büyük nehirlerin kenarında kurulan kentler her zaman şanslıdır. Bu kentlerde yaşayanlar da denizin getirdiği dünya insanlarını tanımları sayesinde farklı kültürlere açık oluyor ve
bunlardan besleniyorlar. Bu sebeple liman kentlerinin kültürleri, milliyetleri, alışkanlıkları ve aşkları genelde kısa sürelidir.  
Brugge 1900lerin başında büyük bir turizm hamlesi gerçekleştiriyor ve o günden bugüne kadar bu kent turizm cenneti olarak sevilmenin tadını çıkarıyor. Bu küçük kenti yılda yaklaşık 2 milyon insan ziyaret etmektedir. Küçük bir şehri kısa süreliğine yaşayan bu kadar büyük bir kitle burayı dünyanın birçok yerine taşıyorlar. Fotoğraflar, yazılar ve videolar eşliğinde.
Uzaktan bakıldığında logolardan oluşan ve bir
dokunuşta devriliverecekmiş gibi duran renkli evler daha yakından bakmanız için sizi yanlarına davet ediyor. Görgüsüzlük edip evlerin içine dantelli pencerelerden göz atınca içerde yaşayan insanları görüyor ve günlük hayatlarının akışı içerisinde yaşıyorlar. O anda binaların logo ya da film seti değil gerçek olduklarının farkına varıyorsunuz. Devasa büyüklükte Market Square’de (Pazar Meydanı) bir kahve alıp yavaş hayat ritmini, faytonlarda gezen, etrafta dolanan ve sürekli fotoğraf çeken turistleri, yörenin meşhur yiyeceği olan kara tencerelerde midyeleri yiyen ve şarap içen insanları görebilirsiniz. Gün batımına yakın ortaya çıkan ve tarihi binaların üzerinde düşen altın sarısı ışık ile fotoğraf çekme şansını kaçırmayın derim. Sonuçlar etkileyici oluyor.
Brugge, Gent’e birçok açıdan benziyor. Mimari, su, nehirler ve yeme-içme. Ancak Brugge’ün
sokaklarında turizm dolaşıyor. Hayatın her anı turistler için programlanmış ve onların ritmi dikkate alınmış gibi hissediyorum. Sanki yerli insanlar başka yerlere taşınmış ve yerlerini zengin turistler almış gibi bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Hayat da bu yüzden daha pahalı hale gelmiş. Ancak Gent öyle değil. Gent’in kendi doğal hayat ritmini görebiliyor, içine dahil olabiliyor ve sokaklarda sadece temiz beyaz yüzlü değil farklı renklerde insanlara rastlayabiliyorsunuz. Çok eski taş sokaklarda dolanırken mimari sizi her daim cezp edecek ve elbette kentte yaşatılan her şeye saygılı turizm
anlayışı sizi de etkileyecek. İster istemez memleketinizdeki turizm anlayışı ile karşılaştırma yapacaksınız. Ancak bir uyarıda bulunmak isterim. Uzun süre dolanmalar bizim başımıza geldiği gibi kentte kaybolmanıza sebep olabilir. Hatta o sırada ve yağmura da yakalanabilirsiniz. Sokaklar birbirine çok benziyor ve özellikle kentin büyüsüne kapılıp yönünüzü kaybedebiliyorsunuz. Bu durumda martıların izini takip etmek bile işe yaramıyor. Hatta cep telefonunuzdaki GPS bile (Hasret’e J).
Belçika’ya hoşça kal demek yeni aşık olduğun
sevgiliden ayrılmak kadar sızı bıraktı içimizde. Onu keşfimiz yeni başlamıştı. Henüz gözlerinin içini
tanıyabilmiştik. Yüzünü incelemeye hazırlanıyorduk. Elleri, saçları ve parmaklarına dokunmamıştık bile. Yüreğinin içine dalmaya da hiç fırsatımız olmamıştı. Ancak yapacak bir şey. Bir daha buluşuncaya kadar uzaktan uzağa sevmeyi öğreneceğiz sevgiliyi, bu ülkeyi.
Hasret, annem gibi davranıp çantalarımıza yolluk ve hediyeler tıkıştırmaya çalışıyor. Züleyha da arabamız sığmaz deyip itirazlar ediyor ama nafile. Avrupa’nın ortasında bir Anadolu muhabbeti…Hasret artık sadece kuzenimiz değildi :)


Almanya’nın Kırsal Hayatı: Engeltal
Dağların gölgesinde ve korumasında ovada serilmiş bir köye geliyoruz. Nurnberg’e 30 km
mesafedeki Engeltaltayız. Amacımız, hem kırsal yaşamın nasıl bir şey olduğunu gözlemlemek hem de Servaslı Protestan karı koca rahip ve rahibenin günlük hayatını paylaşmaktı. Eski evler, sessiz sokaklar, nadiren görünen insanlar ve elma dolu ağaçların olduğu bir hayata giriyoruz. Etrafa bakınca 1150 tarihli Manastır ve lojman köyün en yeni binası olarak görünüyor. Mathias, eşi Elka ve kızlar bizi kapıda karşılıyor. Heyecanlı. Aile ile beraber Kilise lojmanında kalacaktık. Kızlar odayı kapınca bana kilisesinin kütüphanesinde yatmak düştü. Şanslıydım. Ev sahipleri ile sohbete
dalmadan kütüphanenin raflarında buluyorum kendimi. 1700lerden kalma tarih ve toz kokan kitapları karıştırmak ve bazı kitapların Antakya ve Mardin ile ilgili olduklarını görmek şaşırtıyor. Sabrediyorum ve ailenin yanına üst kata çıkıyorum. Yanan odun sobasının yanında özenle hazırlanmış yemek sofrasında ve şarap eşliğinde uzun sohbetler başlıyor. Servasla seyahatin böyle bir özelliği vardır. Akşam yemekleri ayin kadar özeldir ve uzun sohbetler için özellikle planlanır. Mathias Doğu kültürlerine ilgi duyan, Mardin’deki Mor Gabrial kilisesindeki eski kitapları okumak için Süryanice öğrenmeye çalışan, Antakya’nın Medeniyetler Korosunu köyüne getirtmeye çalışan, meraklı, tane tane konuşan,
dingin ve yüzünde her daim bir gülümseme olan yeryüzü dostu bir insan.  Gece boyunca Ortodoks, Katolik, Protestan inançları arasındaki farkları anlattılar. Az bilgi sahibi oldukları Aleviliği de biz anlatmaya çalıştık. Müslümanların Avrupa’daki durumunu ve Almanların tutumlarını konuşmak da faydalı bir deneyimdi. Ancak en çok Türkiye kültürleri, hayatı ve siyasal durum hakkında paylaştığımız bilgiler ev sahiplerimizi tatmin etti. Bir ara bize şöyle dedi; “buradaki Türklerden bu kadar derinlemesine bilgiler alamıyoruz. Zaten uzun sohbetleri yakalamak da çok zor oluyor”. Bu kadar büyük bir Türkiyeli nüfusa-üstelik eğitimli oranı da artan-rağmen Almanlarla iletişimin iyi düzeyde olamaması beni şaşırtıyor. Bu arada bu hafta içinde 18 yaşına basan kızları Servas üyesi
olmuş ve bir yıl boyunca tek başına gerçekleştireceği Avustralya seyahatine çıkmaya hazırlanıyordu. Birçok gelişmiş ülkede var olan Gap Year  (Ara Yıl) uygulaması ile gençler liseden sonra eğitime bir yıl ara veriyor ve seyahat ederek hayatta neler yapmak istediklerine karar veriyorlar. Ve genelde seyahat sırasında part time çalışarak masraflarını karşılıyorlar. Gece muhabbetti geç bitti ve ben kitapların arasında uyumaya gittim. Uyuyamadım. Kitapların arasında gece kurdu oldum. Kıtır kıtır sesleri çıkararak raftan rafa dolandım.
Sabah erken kalkıp köy içinde dolaşmaya çıkıyoruz. Sonradan Protestan olan kilisesinin tepesine ta
çanların yanına kadar çıkıyoruz. O yükseklikten ve sabahın temiz saatinde yeşillikler içinde resim gibi çizilmiş güzelim evleri izlemek huzur verdi. Köy fırınından ekmek ve köy yumurtası alıyoruz. Fırıncı ile sabah muhabbeti yapıyoruz. Yavaş yavaş. Mathias Köy dışına yürürken şöyle diyor; “Gençler büyük şehirde yaşamayı tercih edince buralar boşaldı. Tarım da bitti.” Tanıdık cümlelerdi bunlar. Demek bu sorun sadece Türkiye’de yokmuş. Gençler ne olursa olsun büyük şehrin büyüsünü, olanaklarını ve hızlı hayatını yaşamak istiyorlar. Köyde Katolik kilisesini görüyoruz. Daha küçük ve daha gösterişsiz olması bizi şaşırtıyor. Normalde Katolik kiliseleri ihtişamlı Protestan kiliseleri sade olmaları gerekmiyor muydu? Mathias hikayeyi anlatıyor bize. 1. Dünya savaşından sonra doğu
ülkelerinden gelen Katolik göçmenleri devlet kaynaşsınlar diye Protestan köylerine yerleştiriyorlar. Gelenler fakir olduğundan yapılan kilise de doğal olarak küçük ve gösterişsiz oluyor. Yani anlayacağınız ekonomik durum çoğu zaman yaptığı gibi burada da dini geleneği esnetmiş.
Kahvaltıda yumurta, Elke'nin yaptığı marmelat, reçel, peynir, kahve ve çayın tabii hallerini sofradaydı. Beklediğimizden daha zengin bir kahvaltı ile karşılaşmıştık. Vitrinli odun sobası da yakılmış sobanın verdiği sıcaklık ile aile sıcaklığı tüm odalara yayılmıştı. Ağustos ayı ortasındaydık ancak dağlara ilk kar düşmüştü bile. Odanın duvarında çok eski siyah beyaz
fotoğrafları fark ediyorum. Kıyafetler ve saçlar sıra dışı duruyorlar. Tek tek anlatıyor Mathias; anne-baba, babaanne-anneanne, büyük baba büyük anane. Hem kendisinin hem de eşinin birkaç kuşak aile fotoğrafları idi bunlar. Yine aklıma bir not düşüyor. Arşivleme, biriktirme, geçmişin tecrübesini ve bilgisini bugüne taşıma geleneği Batı medeniyetini ileriye taşıyan en büyük etkenlerden birisi olsa gerek.
Bir daha buluşma ümidimizi içimizde taşıyarak Dallas dizisindeki aile gibi bahçe kapısında el sallayan mutlu aileden ayrılıyoruz.  


Kentin Kendisi Müze; Viyana
Bir kente ilk girdiğinizde içinizde olumlu ya da olumsuz hisler kendiliğinden açığa çıkmaz mı? Bende sıklıkla çıkıyor ve genelde beni yanıltmıyor. Kimi kent merak duygularını tahrik eder, kimisi ise daha önce görülmüş hissi uyandırır. Sokaklarındaki insanlara ilk bakışta bir yakınlık hissedersiniz ya da uzaklık. Kimi kent ise yalnızlığı, nostaljiyi ya da yeni ilişki kurmayı vaat eder. Viyana yukarıda saydığım iyi duyguların hepsini harekete geçiren bir dolu kent.
Geniş caddelerden ve üzerileri kadın heykelcikleri ile bezeli devasa binaların yanından geçerken müzenin içinde araba sürüyormuş gibi hissediyorum. Sağa sola yukarıya aşağıya bakıyorum. Her yerde tarihi binalar, yeşillik ve eğlenme havasında olan insanlar yüzüme çarpıyor. Ve elbette farklı kültürlerden olduğu belli olan rengârenk yüzler. 1.8 milyon nüfuslu bu kente Sigmund Freud’un memleketi olması sebebi ile Rüyalar Kenti deniyor. Ne güzel bir benzetme. Viyana yürüyerek gezilebilecek bir müzik şehridir aynı zamanda. 2012 yılında
dünyanın en yaşanabilir 2. Şehir seçilmiş (1. Melbourne).
Ortaçağ ve Barok mimarisinin hakim olduğu kentin kalbini yürüyerek keşfe başlıyoruz. Her zaman yaptığımız gibi yaya olarak. İlk gördüğümüz şey şahane mimari yapısı ile Viyana Devlet Operası
önünde Yoga yapan, resim çizen ve müzik icra eden insanlar. Kısa süreli bir yürüyüş esnasında müzeler alanı, belediye sarayı ve katedralin önünden geçiyoruz. Her birisi hayretler içinde bırakıyor bizi. Cezp ediyor. Görsel şölenler sunuyor ancak yine de rahatsız edici düşünceler sarıyor her yanımı. Bu ihtişamın yaratılması için harcanan emek ve para başka yerlerde kullanılamaz mıydı? O dönemde yokluk içinde yaşayan büyük bir insan kitlesi varken bu kadar şatafat ve masraf haksızlık değil mi?
Tarihi binaların çevrelediği ve gölgelerinin düştüğü kalabalık bir meydana geliyoruz. Hasat Festivalinin düzenlendiği bu alanda binlerce insan geleneksel yemekler ve bira eşliğinde eğleniyor.
Her yerde kurulan stantlarda yörede üretilen geleneksel doğal oyuncaklar, takılar, elbiseler ve adını bilmediğim bir sürü ürün görüyorum. Meydanın ortasında ise bu ovada yetişen ve sezonun hasadı olan sebzeler sergileniyor. Patates, lahana, havuç, pırasa, vs. Hemen yanda ise geleneksel kıyafeti ile patates güzeli seçilen şirin kız duruyor. Avrupa’da fark ettiğim bir şey var. Hemen hemen her şeyin bir festivali düzenleniyor. Almanya’da orman festivaline bile rastlamıştım bir ara. Aslında amaç bir şeyleri kutlamaktan çok eğlenmek, yemek içmek ve hayatın ciddi yüzünü bir süreliğine unutmaktır.
Viyana’nın dış mahallesine gidiyoruz. Göçmenlerin yoğunlukta olduğu bu bölgede akrabalara konuk oluyoruz. 12 yıl önce Tokat Reşadiye’den gelin gelen Arife ve Nihat çifti ile burada yaşayan Türklerin durumu hakkında konuşma fırsatımız doğuyor. Sevdiğim konular. Kucağında iki tatlı çocuğu ile Arife anlatıyor; “Buraya ilk geldiğimde doğal olarak çok zorlandım. Lakin hemen harekete geçtim. “Dil öğrenmeden hiç bir şey olmaz diye düşündüm ve bu işin üzerine gittim. Çocuklar biraz büyüyünce de
iş buldum. Şu anda bir Alman-Türk derneğinde Türklerin uyumu üzerine projeler yapıyorum. Buradaki Müslümanların yerel insanlarla ilişkileri çok sınırlı durumdadır. Bunu kırmaya çalışıyoruz”. Arife ve Nihat uyum sorunu yaşamaması için çocuklarını göçmenlerin çoğunlukta olduğu yakın okul yerine yerel çocukların olduğu uzak okula gönderiyor. TV’de de birçok Türk ailenin aksine Türk kanalları yerine yerel kanallar açık. Ancak diğer yandan çocuklar da güzel bir Türkçe konuşuyorlar. Başı kapalı olan, kendinden emin, çalışkan ve kararlı bir kişilik olan Arife uyum konusunda güzel bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Viyana doğumlu ve aynı şekilde Tokatlı olan Nihat ise Viyana’nın
sosyal devlet politikalarını çok beğeniyor. “Burada iş kaybetme korkum yok. İşimden ayrılsam bile hayat standartlarımda çok fazla bir gerileme olmuyor. Devlet bize bakıyor” diyor. Sözü Arife alıyor ve konuyu daha ciddi bir noktaya çekiyor, “burada yalnızlıktan çok şikayetçiğim. İnsanlar birbirine gitmiyor. Yıllardır bize gelen ilk yatılı misafir sizlersiniz.” Çağımızın hastalığı. Yalnızlık. Gelişmenin, modernleşmenin ve sosyal devlet anlayışının sonucu olarak ortaya çıkan bu kimseye ihtiyacım yok tavrı yalnızlığı doğurmuş. Biz de ise insanlar ailelerine ve arkadaşlarına çok muhtaç olabiliyorlar. O yüzden kısmen de olsa yalnızlık o kadar tehdit edici bir düzeyde değildir. Yine de bu yolda hızla ilerlemekteyiz. Hem bireyselleşme, kişisel özgürlükler hem de sıkı aile, arkadaş ve komşu ilişkileri… Mümkün değil mi?
Leziz ve gösterişli bir Anadolu sofrası eşliğinde saatlerce muhabbet ediyoruz. Arife ve Nihat Bu defa Avrupa’ya Türklerin gözü ile bakmamızı sağlıyorlar. Sabahleyin bizleri Anadolu gelenekleri ile uğurluyorlar. Hediyeler, sarılmalar ve ısrarla yeniden buluşma dilekleri…
Viyana’da en önemli müzelerin olduğu müzeler meydanına gidiyoruz. Arkadaşlar Leopold ve çağdaş sanatlar müzelerini öneriyorlar. Aracımızı müzelerin altındaki otoparka koyuyoruz. Bizim için ne kadar büyük bir kolaylık. Müzelerin hepsini görmek için tek bilet alınıyor. Her birisi için ayrı bilet alınırsa toplam fiyat daha yüksek oluyor. Ben Enis ve yerli arkadaşım Christian ile müzeler meydanında kalıyorum. Kızlar müzeye giriyor. Bir kentte en az bir yerli insanla sohbet etmek gerekir. Aksi takdirde kentle ilgili bilgiler eksik kalır. Christian mülteciler için çalışan ve üzerinde dünya vatandaşı özelliklerini hakkıyla
taşıyan bir insan. O da Avusturya’nın sosyal devlet politikalarını ve çok kültürlülüğe verdiği önemi seviyor. Viyana’nın daha ferah ve yabancı dostu olmasının sebebi olarak Kızıl Şehir olmasını gösteriyor. Ne demek istediğini hemen anlıyorum tabiî ki. Kent sol geleneğe sahip ve belediye on yıllardır sol partinin yönetiminde bulunmaktadır. Bir ara umumi bir tuvalete gidiyor ve beni gülümseten bir şey görüyorum. Ücret şöyle yazıyor; Büyük 1 Euro Küçük 50 Cent. Yıllar öncesinin Türkiye’si geliyor aklıma. Tuvaletlerde aynı ücretlendirme vardı. Vay be… Christian’ın yanına sokakta yaşayanların çıkardığı bir gazeteyi satan orta yaşlı bir adam yaklaşıyor. Aniden samimi bir şekilde Almanca konuşmaya başlıyorlar. Sonradan öğreniyorum ki bu adam 15 sene önce mülteci kampında Christian’ın yardımcı olduğu Sierre Leonalı eski bir mülteci. Birbirlerinin adlarını dahi hatırlamaları beni çok şaşırtıyor.


Son Durak Bir Köyde; Janoshalma-Macaristan
Giderken Macaristan’ın en alımlı ve büyük kenti Budapeşte’yi derinlemesine yaşadık. Şimdi dönüş yolunda Macaristan’ın köy hayatını tanımak istiyoruz. Bunun için ülkenin büyük şehirlerden çok uzakta olan ve tabelalarda bile son 10 km kala ancak görünebilen Janoshalma köyüne gidiyoruz. Yollar dar, üstleri ağaçlarla kaplı idi. Nehir ile bebek gibi beslenen ovalar ise ekinlerle coşmuştu. En çok da mısır ekili idi. Ağzına kadar mısır dolu olan kamyon önümüzden giderken ara ara mısırlar dökülüyordu yola. Ancak, şoför bunu umursamayıp ha bire hızlanıyordu. Bolluk işte. Hava kararmaya yakın köye vardık. Bizi büyük evler, meyve ve sebzelerle dolu bahçeler, Komünist
dönemden kalma minik arabalar, yaşlılar ve bisikletliler karşıladı. Yabancının pek gelmediği ıssız ve durgun bir köydeydik. Az sonra ev sahibimiz Miklos bir elinde meyve kovası diğer eli ile bisikleti sürer halde yanımıza geliyor. Üstü başı kir pas içinde. Bizi eve sokarken terlik ücreti istiyor. Sarsılmış bir şekilde birbirimize bakıyor ve ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Miklos ısrar ediyor. Biz çaresiz tamam diyor ve içeri giriyoruz. Ve bize terlikleri gösteriyor. Bunlar Budapeşte’deki Servaslı ev sahibimiz Csaba’da unuttuğumuz terliklerdi. Bu kadar ciddi bir adam bizi fena işletmişti. Ancak nasıl olur da bu terlikler buraya kadar gelebilmişlerdi? Şöyle olmuş. Miklos ve eşi biz gelmeden birkaç gün önce Servas üyesi olan Csaba’nın kızında kalmışlar. Csaba da oradaymış. Miklos’a geleceğimizi orada söylemişler ve böyle bir oyun yapmaya o zaman karar vermişler. Çok akıllıca bir senaryo ve iyi oyuncu Miklos bizden tam puan alıyor. Unutulacak gibi değil. O andan itibaren Ferdus bu olayı anlatıp anlatıp tepkilerimizi taklit etti. Dalgasını geçti. Kahkahalar susmadı.
Miklos’un oyunculuk yeteneği dışında çalışkanlığı da çok gelişkin. Tren istasyonunda çalışmakla yetinmiyor aynı zamanda
tarım işi yapıyor. Beni halen kullanmakta olduğu 35 yıllık Lada markalı arabasının şoför koltuğuna oturtuyor. Heyecanlanıyorum. Otomobil değil de başka bir alet sürüyormuş gibi hissediyorum. Garajındaki bisiklet babasından kalma ve hala kullanıyor. 47 yıllık. Ev de duvar ustası olarak ömrünü tamamlayan babasından kalma. Terasta Macar birası yudumlarken Ağustos ayında üşüyor ve yaklaşan yağmuru izliyoruz. Karşıda eski kilisenin ışıkları kim bilir kaç yüz yıldır parlıyor. Miklos köy hayatının güzelliklerini anlatıyor. Budapeşte’nin büyüklüğünden, pahalılığından ve kalabalığından şikayet ediyor. Şöyle devam ediyor; “Benim yetiştirdiklerim varken Budapeşte’de para verip meyve ya da sebze satın almak çok zoruma gidiyor”. Bu duygu bana da çok tanıdık geliyor. Macar erik rakısı ve şarabı daha birçok muhabbetin yolunu açıyor. Bu saatte bir Macar köyünde, bu evde ve yeni tanıdığım bir insanla içten sohbetler… Garip hissediyor insan.
Sabah kahvaltı soframız, yolluklarımız ve sıcak su dolu termosumuz hazırdı. Ancak Miklos işe gitmişti erkenden. Duygulanıyoruz. Seyahatimizin son durağından yağmurla ayrılıyoruz. Hedefimiz Selanik üzerinden Çanakkale’ye varmak. Mesafe 1200 km. Yorgunluğa ve doymuşluğa rağmen geçtiğimiz yerler ilgimizi çekmeye devam ediyor. Sırbistan’ın Niş kentinden ucuz fiyata içkiler alıyoruz (1lt Votka 13 Euro). Her şey güzel giderken Makedonya’dan Yunanistan’a girişte Ferdus vize problemi yaşıyor. Aldığı Shengen vizesi tek girişli imiş ve biz bu bilgiyi kaçırmışız. Yunanistan gümrük görevlileri Üsküp’e gidip vize almamızı istiyorlar. Üstümüzden bir kova soğuk su dökülmüş gibi hissediyoruz. Yüzümüzdeki tebessümler ve keyif ifadeleri yok oluyor. Yalvar yakar nafile. Tam o anda turizm işi yapan Türkiyeli bir genç bize başka bir akıl veriyor. Üsküp’e gidecek, Ferdus’a uçak bileti alacak ve biz araç ile yolumuza devam edecektik. Dediğini yaptık çaresiz. 160 km geride kalan Üsküp’e nasıl gittik orandan nasıl döndük hatırlamıyorum. Ferdus uçuş için havaalanında sabaha kadar kalacaktı. Biz ise birkaç mola verdik. Birkaç saat arabada uyuduk. Çanakkale Ayvalık arasındaki kötü yol ve kalabalık trafiği bitkin bir şekilde atlattık. Ve sonunda 36 saatlik yolculuktan sonra İzmir’e evimize geldik. Ferdus bizi evde bekliyordu.
Bu seyahat bize yaşayarak birçok şey öğretti, kattı, hissettirdi ve yeni seyahatler yapmak için cesaret verdi.  Öncelikle araba ile seyahat sanıldığı gibi zor bir şey değil. Özellikle uzun bir seyahatse ve çok ülke görülecekse araba çok ekonomik bir tercihtir. Seyahat sırasında kullanacağın uçak, tren veya otobüsü aktarmalarla beraber düşünürsen arabadan en az birkaç kez fazla ödemek zorunda kalıyorsun. Diğer yandan yola çıkarken ve her ülkeden arabaya yüklediğiniz yöresel, ucuz yiyecek ve içecekler sayesinde yemek masrafınız azalıyor. Sürekli sıcak su takviyesi yapılan termos sayesinde kahve parası ödemiyor ve yolculuğu keyfe çevirebiliyoruz. Küçük çocuk (21 aylık) ile seyahatin de sakıncalı olmadığını öğrendik. Enis büyük bir sınavı atlatmıştı. Yolda her koşulda araba yaşayarak bizimle beraber dünyanın her yerine gidebileceğini gösterdi.
Aileler kendi korkularını ve tecrübe eksikliklerini gidermek yerine seyahate çocukla çıkmama nedeni olarak çocuklarını gösteriyorlar. Aslında kural basit. Çocuk sizin koşullarınıza göre şekil alır. Hayat tarzınız ne ise onunki de öyle olur. Ancak yine de seyahat sırasında dikkat edilmesi gereken şeyler var. Sık molalar verilmesi ve her molada çocuğun hareket ettirilmesi gerekiyor. Seveceği yemekleri iyi tespit etmek ve bunları bulabileceğiniz yerlere gitmek elzemdir. Böyle yerleri nasıl bulacağım demeyin. Avrupa’nın her şehrinde var olan dönerciler imdadımıza yetişir nasılsa. Dönerin tadı şahane ve ekmeğin içine bolcana dolduruluyor. Fiyatı ise 2.5-4.5 Avro arasında değişiyor. Bunların yanında arabada çocuğun oyalanacağı oyuncaklar, atıştırmalık şeyler ve en önemlisi yanına oturup onunla muhabbet edecek samimi bir arkadaş getirmeniz lazım. Arkadaşın bu işten ve seyahatten aynı anda zevk alması çok isabetli olur. Biz bu ihtiyacı çocuk tecrübesi olan, sabırlı, eğlenceli ve rahat ettirmeyi seven kardeşim Ferdus’la karşıladık. Yol arkadaşlığı önemlidir. Esnek, olumsuzu olumluya çevirmeyi bilen ve rahat insanlarla her seyahat kolaydır. Enis dahil biz hepimiz öyle idik. Hatta normal hayattan daha fazla şekilde…
Netice itibari ile 8 ülke gezerek, 8 bin km yol giderek 22 gün süren dört kişilik seyahatin bize maliyeti 1700 Euro oldu. Çok ucuz değil mi? 
Eve vardık ama eve varmadan çok önce yolda gelirken yeni seyahat planları yapmaya başlamıştık zaten. Seyahatimize insan, kültür, keşif, coğrafya, mimari, sanat, eğlence ve mizahı merkeze aldık. Bu yüzden seyahat iyi hissettirdi. Tazeledi. Bizi oluşturan tüm hücrelere besin geldi. Yaşama kaldığımız yerden devam etmek için enerji ve coşku yükledi. Bu uzun yazı da bu enerji sayesinde ortaya çıktı.

Mehmet Ateş                                                                                    İzmir/01 Ekim 2014