28 Mart 2015 Cumartesi

Bir Entegrasyon Hikâyesi; Antakya Deneyimi


Ülke içerisinde hoşgörü ile başlayan demokratikleşmenin ayrılıkçılığı değil bütünleşmeyi yani entegrasyonu sağladığının kanıtını görmek isteyenler yakın geçmişte başlayan ve hala devam eden Antakya tecrübesine bir göz atmaları çok öğretici olabilir.  Antakya’da 1990’dan itibaren devlet katında Arap Alevilerine (Nusayriler) yönelik gelişen ‘Sessiz bir Açılımla’ önyargılı bakış açısı yavaş yavaş yumuşadı. Antakya’nın kadim yerel kültürü- Arap Aleviliğine(Nusayriler) müdahaleden vazgeçilip kısmen daha saygılı davranılmaya başlandı. Devlet kademleri ve ticari hayat bu topluluk fertleriyle paylaşılmaya başlandı ve neticede Arap Alevileri sisteme entegre olma yolunda belirgin bir gelişme kaydettiler. Antakya’nın yüzyıllardır süregelen çok kültürlü yapısı ve hoşgörü geleneğinin de bu entegrasyon sürecindeki etkisini de yadsımamak lazım. Sessizce ve zamana yayılarak gelişen bu açılım bugünün Kürt sorunu başta olmak üzere kendilerini dışlanmış hisseden bütün toplulukluların sorunlarını çözüp sisteme dahil edilmelerinde ciddi bir referans olarak kullanılabilir. Bize özgü, denenmiş, sorunu tahammül edebilecek dereceye indirmeyi başarabilmiş Antakya deneyimi masa başında kurgulanan ya da ithal çözümlerden hem daha etkili olacak hem de demokratikleşmeden ürken Türkiye’nin hassas kesimlerini daha az yaralayacaktır. Sonuçta Antakya deneyimi aynı anda hem özgürlükleri arttırıp ülkenin geri kalanıyla bütünleşmeyi sağladı hem de devletle belli bir etnik grubun barışını sağladı. Bu da gösterdi ki farklı topluluklara sağlanan özgürlükler ülkeyi bölmez aksine birleştirir.  
Bu süreci daha iyi anlayabilmek için sürecin öncesi ve sonrasına bir göz atmakta fayda vardır. 1980 öncesinde Arap Alevi toplumu dışlanmanın etkisi ve inancının yatkınlığından dolayı kendilerini aşırı sol ya da sosyal demokrat partilerde ifade etti. 1980 sonrasında asimilasyon politikaları bütün yurtta olduğu gibi bu bölgede de kendini daha acımasız bir şekilde hissettirmeye başlandı. Örnekler vermek gerekirse; okullarda ve resmi kurumlarda Arapça konuşma ile düğünlerde Arapça şarkı söyleme tamamen yasaklandı. Nusayri inancına ait kutsal günlerin kutlanmasında zorluklar yaşanmaya ve Arap Alevi olan köylere zorla cami yaptırma girişimleri arttı. Tüm bu baskıcı uygulamalar topluluk içerisinde devlete ve sisteme yönelik ciddi bir tepkilerin oluşmasına neden oldu. Nusayrilerin çoğunluğu kendi içine kapanarak kimliğine daha fazla sarılma refleksi gösterdiler. Bir kısım ise sistem içerisinde belli bir yerlere gelebilmek için kimliğini gizlemek yolunu seçti. Hatta birçok anne-baba çocuklarına “Köy dışında sakın Arapça konuşmayın; Alevi olduğunuzu söylemeyin” telkininde bulunarak onları ‘kötülüklerden koruma’ refleksini geliştirdiler. Uygulanan bu politikanın sonuçları acı oldu. Gençler sistem içerisinde kendilerini ifade edemez hale geldiklerinden illegal örgütlenmelere eğilimleri ciddi oranda arttı. Devletin onlara önyargılı davrandığını ve onları asimile etmeye dönük politikalar geliştirdiğine dair ciddi bir kanaat oluşturmaları sonucunda sistemle olan ince ipler kopma noktasına geldi. Ebetteki ‘80 öncesi dönemden miras alınan sol geleneğin de insanların böyle bir muhalif ruh geliştirmesinde büyük etkisi oldu.  
1990’ların 2. yarısından itibaren sistem şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde tersine döndü. Nusayrilere yönelik devlette-fikir babasının kim olduğu bilinmeyen- olumlu politika değişikliği hissedilmeye başlandı. Bu politika değişikliklerinin görünür olanları şöyle idi. Özellikle devlet dairelerinde Arapça konuşmak zaman içersinde yadırganmaz oldu. Devleti temsil eden makam sahiplerinin Nusayrilerin kutsal günlerine katılımı halk arasında sempati oluşturdu. Ancak 1990’dan sonra devlet dairelerinde ve diğer kademelerde Nusayrilerin istihdamı önündeki görünür görünmez engeller azalmaya başladı ( 1990 öncesinde devlet dairelerinde Nusayri istihdamı çok düşüktü). Diğer yandan ticari hayata katılımın önündeki-özellikle uygulamadaki- engellemeler azaldı ve böylece Nusayri toplumu Antakya’daki sermaye dolaşımından pay almaya başladı. Özellikle Arap ülkelerine yapılan ihracat ciddi oranda artması ve Arap ülkelerinde çalışan işçi ve işverenlerin sayısının artması sonucu bu topluluğun refah seviyesi yükseldi. İç göçten çok dış göçler hızlandı ve hala devam etmektedir. Ekonomik sisteme entegre olunması ve devlet tarafından ‘şüpheli’ konumdan çıkarılmakla eşzamanlı olarak Nusayriler arasındaki illegal örgütlenme hızlı bir şekilde azalmaya başladı. Beldelerde kültürel ve sosyal faaliyetler arttı ve sistemi iyileştirmek isteyen kesimler düzen içerisinde varolan partilere katılıp yerel yönetimlerde söz sahibi olmaya başladı. İnsanlar bunu başardıklarında ve belde yönetimlerinde etkin roller kazandıklarında demokrasi, insan hakları ve adaletli bölüşüm ile kültürel hakların arttırılması yönünde sistem içerisinde kalarak mücadele edebileceklerini ve sonuç alabileceklerini gördüler. Ve en son 29 Mart seçimlerinde Samandağ ve Aknehir beldelerinde ÖDP’li adayların kazanmış olması ve birçok beldede kazanmaya çok yakın oylar alması insanlarda daha güzel bir dünya yaratma fikrinin gelişmesine, entegrasyon duygusunun güçlenmesine ve doğal olarak devletle ilişkilerin ivme kazanmasına sebep oldu.
Ebetteki uzun yılların birikimi olan önyargılar ve ayrımcılık bu ‘Sessiz Açılıma’ rağmen tamamen ortadan kalkmadı ancak sorun tahammül edilebilir boyutlara indi. Devam eden sorunlardan birincisi bölgede Arapça dilinin kullanımıyla ilgilidir. Arapça, okullarda okutulmadığından, medyada, kitap, dergi gibi basılı yayınlarda kullanılmadığından bu bölgede sürekli zayıflamakta ve çocukların ana dili olan bu dili öğrenme oranları sürekli düşmektedir. Dil öğrenimini ailenin inisiyatifine bırakmak ve sadece sözlü şekilde yaşatmaya çalışmak dilin uzun vadede fakirleşip ölmesini engelleyemiyor. Dilin resmi, edebi, kültürel ve sanatsal kullanım alanlarının yaratılması zaruridir. İkincisi Nusayri inancının özgürce yaşanmasının önünde duran yasal sorunlardır. Gerçi bugünlerde gerçekleştirilmeye çalışılan demokratikleşme açılımıyla bu eksikliklerin giderileceği ve entegrasyon düzeyinin en üst noktaya ulaşacağı inancı güçlenmektedir. Yakında Arapça kanal TRT Seba’nın (TRT 7) yayına başlayacak olması ve Alevi Açılımı bu izlenimi güçlendirmektedir.
İnsanları olduğu gibi kabul edip, doğuştan getirdikleri kültürler haklarını yaşamalarını engelleyen görünür görünmez yasaları ortadan kaldırmak ve daha da önemlisi onlara hakim üst kültür tarafından ‘efendilik’ taslamak yerine onlarla ‘efendisiz’ bir ilişki kurmak toplumların sisteme entegrasyonunu büyük oranda sağlıyor. Yani ‘biz kardeşiz’ derken kardeşimizin dilini yasaklamak olacak şey mi? Aynı zamanda devlet kurumlarının bakış açısı şüphecilikten uzaklaşıp daha kucaklayıcı olduğu ölçüde toplumlar kendini devlete daha yakın hissediyor ve ülkenin diğer kesimleriyle daha sıkı bağlar kuruyorlar. Yani içine kapanık bir cemaat olmaktan çıkıp o ülkenin asli unsuru olma duygusunu yaşıyorlar. Türkiye özelinde söylemek gerekirse o cemaat Türkiyelileşiyor. Böylelikle ülkenin eğitim, kültür, sanat ve ticari hayatına katkıları da giderek artıyor. Farklı etnik grupların doğal olan haklarını teslim etmenin ayrılıkçılığı körüklediği iddiası ise hakim kültür olma ayrıcalığını yitirmek istemeyen kesimlerin demagojisinden başka bir şey değildir. Bu açılardan bakıldığında Antakya deneyimi bugün tartıştığımız ve bazılarını çok tedirgin eden “Demokratik Açılım” için iyi bir model olabilir. Kimliğimizi yaşayarak bütünleşebilmek için. 
                                                                                   06.10.2009

                                                                                                mehmet ateş

Yeşil Deniz, Deli Dağlar ve Pastel Ova-VAN

Biz bir bütün değilmişiz ve birbirimize o kadar da benzemiyormuşuz. Van’a ayak basar basmaz hatta uçaktan şehre ve coğrafyaya bakıldığında çok farklı bir yere geldiğinizi fark ediveriyorsunuz. Yemek, kullanılan Türkçe, kadının konumu, politik ortam, çok çocukluluk, çarşı-pazar, doğal güzellikler, mimari, taşların rengi, peynir, kıyafetler, trafik, gece yaşamı ve en önemlisi anadil, Kürtçe. Hepsi farklı ve özgünlüğünü koruyabilmiş. Üç günde üç defter dolusu hatırayla döndük Van’dan İzmir’e. Bu üç defterden üç sayfa okuyacaksınız şimdi. 
Havadan Van gölüne bakınca evet diyoruz Vanlıların dediği gibi bu bir göl değil bir deniz (Bahr Van). Pastel renkli ova ve karlı kel dağların üstüne üstüne giden yeşil bir deniz, Van Denizi. Dağlar her tarafını çevirse de Van Denizi asla sınırları kabul etmek istemeyen bir sel gibi dağların içlerine dalmış koyun koyuna yaşamak yerine dağlardan parça koparmaya çalışan kaplanlar gibi saldırıyor her yönden. Su değiştirmiş her kıyıları, toprağı, havayı ve atmosferi. Su değişim demek değil mi zaten?  
Şemslerin mahallesine getiriyor bizi kardeşi Mela. Hakkari ve Muş ağırlıklı göçmenlerin yaşadığı bir mahalle bu. Çoğunlukla bahçeli tek katlı evlerden oluşuyor ve insanlar avlularda oturup bahçelerde tandır yapıyor, muhabbet ediyor, düğünler yapılıyor, çocuklar da kavgalarını da burada ediyorlar. Tıpkı bir zamanlar köylerinde yaşadıkları gibi. Böyle devam ettirmek istiyorlar hayatlarını. Özlem ve inatla. Şemslerin büyük ailesi birkaç küçük aileden oluşuyor ve yarı komün bir hayat tarzı yaşıyorlar Dört erkek ve beş kız çocuktan çok büyük bir geniş aile ortaya çıkmış. Evler yan yana ya da üst üste. Mela, “Bizde eve bir şey alacaksan birkaç eve de alman gerekiyor. Benim çocuğum doyarken abimin ya da ablamın çocuğu aç kalamaz diyor.” Coğrafi, ekonomik ve politik açıdan zor olan bu şehirde paylaşım ve dayanışma insanları ayakta tutuyor. Ve bununla gurur duyuyorlar. Akşam yemeği ve oturması eve aniden dalan misafir ve akrabalarla bayram buluşmasını andırıyor hemen hemen her akşam. Her gelene yemek, çay ve meyve vermek adettendir. Yemek için ısrar etmek ev sahiplerinin görevi. Bütün yemekler yer sofrasında yenilip muhabbetler aynı odada, şark köşelerinde yapılıyor. Aileler kalabalık olunca odalar da çok geniş yapılmış. Yemek ve çay servisine erkekler de yardım ediyorlar. Sofrada önce misafirler ve sofrada yer olduğu oranda sonra büyükler, en son da küçükler yemek yiyiyorlar. Van kahvaltısı namına yakışacak kadar zengin ve renkli. Ancak bu kahvaltının güzelliği çok çeşitli olmasında değil malzemelerin doğallığından ve lezzetinden kaynaklanıyor. Tereyağı ayran kokuyor adeta. Bal sıfır şeker ve yayla kokuyor. Balla ilgili size bir küçük hikâye. Hakkari’nin dağlarında arıları olan yaşlı amcaya sormuşlar, “Arılarınıza şeker veriyor musunuz?” Amca yanıtlamış, “şeker mi? Dağ başında şekeri bulabilsem arılara vermez kendim kullanırdım.” Ekmek tandır ekmeği. Duman kokuyor. Çeşit çeşit otlu peynirlerdeki otun tazeliğini ve aromasını hemen alabiliyor insan. Ancak onca çeşit kahvaltıyı hazırlamak kolay değil elbette. Arkadaşımız Şems bizden bir buçuk saat önce kalkıp kahvaltıyı hazırladı. Öyle bir niyeti yoktu ama akşam “Sen Van kahvaltısı hazırlayamazsın” değince gaza gelmiş. Sabah uyandığımızda 20 çeşitten fazla çeşit kahvaltıyı görünce iyi ki gaza getirmişim diye düşündüm. Jİlginç bulduğum bir şey daha. Gece yatmadan önce bahsettiğim Hakkari dağlarından gelen has bal ve ceviz servisi yapılıyor. Çok çocuk olayının sırrını o anda çözüyorum. Şaka bir yana muhabbet de bir tatlı oluyor ki kalabalık dağılıp sessizliğin hükmü başlayınca. Ve pencereden karlı Artos dağlarına vuran dolunayın ışığını seyre dalınca. Gece hava soğuk ama imdada Sevde’nin yün yatak ve yorganları ulaşıyor. Yorganlar pek ağır ve altına girince kımıldamak biraz güç gerektiriyor.
 Van çarşısında ve merkezde tatlı bir kaos yaşanıyor. Rus Çarşısında İran, Hint ve Çin malları satılıyor. Kendinizi bir anda Halep’te ya da Erbil’deymiş gibi hissediyorsunuz.  Belediyenin inşaat çalışmalarından dolayı şehir toz duman içerisinde. Belediye genelde halkın gözüne girmiş ve ona olan destek de giderek artıyor görüntüsü var. Aynı zamanda halk kendi görüşlerinin iktidarda olmasından dolayı tatlı bir şımarıklık yaşıyor. Ve gururla şimdiye kadar ne yaptıklarını ve gelecek projelerini anlatıyorlar. Kendilerine güven üst seviyede ve bundan sonraki seçimde daha yüksek bir oy oranıyla belediyeyi yönetmeye devam edeceklerini söylüyorlar.

Şehri ayak attığımızdan itibaren Kürtçe ve Kürt kültürünün her alanda bilinçli bir şekilde yaşandığını fark ediyorsunuz. Çarşıda pazarda, aile içinde ve Televizyonda sürekli Kürtçe kullanılıyor. 35 yaş üstü kadınların çoğu Türkçeyi az biliyor ve çocuklarıyla Kürtçe konuşuyorlar doğal olarak. Bu durum dilin çocuklara aktarımını devam ettiriyor. Küçük çocuklar bu sebeplerden okula gidinceye kadar sadece Kürtçe konuşuyorlar. İsimler eskiden olduğu gibi (orta yaş ve üstü)  Arapça kökenli değil, Kürtçe. Ciwan, Bahos, bedirhan, helin, Rojin, Rojda, Mir Kasım yaygın isimlerden bazıları. Sanki “yıllarca emek ve mücadele ederek bu haklarımızı aldık bunları da en güzel şekilde sürekli kullanmamız ve korumamız gerekiyor” bilinciyle hareket ediyorlar. Buna rağmen insanların farklı kültürlere, dinlere ve yaşamlara ilişkin ayırımcı ya da milliyetçi bir tavır içine girmedikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Dayılardan birisi “ Devlet bize zorla Türkçe öğretti. Böylece Kürtçeyi unutacağımızı düşündü. Ancak bilmeden bize iyilik yaptı. Hem Türkçeyi öğrendik hem de Kürtçeyi unutmadık. Yani iki dilli olduk. Ne güzel.” Biz ise iletişimi sevginin ve vücudun diliyle yapıyorduk. Fayruz nene bizi anlamadığı zaman hemen elimizi tutuyor ya da olmadı sarılıveriyor. O zaman ne konuştuğunuzun anlamı kalmıyor. Birbirimizi anlıyoruz.
Politika, Türkiye ve dünya gündemi şaşırtıcı bir şekilde ihtiyar kadınlar ve çocuklar dahil herkes tarafından nefesler tutularak takip ediliyor. Kürt kadını en az erkekler kadar toplumsal yaşamın, siyasetin, yerel yönetimin ve sivil toplum örgütlerinin içinde. Aşiret ve törelere dayalı yaşam batıdan göründüğünün aksine etkinliğini büyük oranda yitirmiş durumda. Buralar gerçekten hızlı bir değişim içerisinde. Gözler sürekli batıda ve batıdan kopuş yerine batıyla bütünleşme arzulanmaktadır. Bakın Arif abi ne diyor. “ Bir Vanlı ya da Hakkarili neden İstanbul’dan, İzmir’den yada Mersin’den vazgeçsin? Neden akrabalarıyla arasına sınır koymak istesin. Biz beraber yaşamak istiyoruz ama kardeşlerimizle aynı haklara sahip olarak.” “Hangi haklar” diye soruyorum. “Mesela diyor, ben de Türk kardeşim gibi çocuğuma kendi ana dilinde eğitim aldırmak istiyorum. Ama aynı zamanda Türkçeyi de öğretmek istiyorum. Aynı zamanda kardeşimiz de az da olsa dilimizi öğrensin, bizi tanısın istiyoruz.” Doğuya atfedilen şiddet, töre cinayetleri ve gericilik buradaki insanları çok üzmekte ve yanlış anlaşıldıklarını düşünüyorlar. Kalışımız süresince barışa ve huzura ne kadar değer verdiklerini ve artık şiddetin bu bölgeden göçüp gitmesini ne kadar çok arzuladıklarını anlatmaya ve bizi ikna etmeye çalıştılar.
Gezinin 2. gününde hava açık ve rüzgarlı. Van yüksek olduğu için gökyüzü çok yakın ve masmavi. Bulutlar beyaz ve hızlı hareket ediyorlar Van Denizinin üstünde. Denizin etrafını çevreleyen maket gibi dağlara gece daha fazla kar yağmış ve bize bol bol soğuk gönderiyor. Süphan ve Artos Dağları ile diğer dağlar Van denizini aralarına almış tatlı bir kibirle şöyle der gibi bakıyorlar. “Biz olmasak sen de olamazdın”. Şehir dışına çıkıp Deniz kenarına gelince insan kendini farklı bir gezegene düşmüş hissediyor. Sanki senelerce burada yaşıyor ve modern hayatı tanımıyoruz gibi bir his kaplıyor içimizi. Kendimizi daha fazla kaptırmadan devam ediyoruz gezmeye. Birazdan Van denizinin kıyısında Van’ın yazlık ilçeleri olan Edremit ve sonra Gevaş’a geliyoruz. Arkalarında dağlar kel ve ihtişamlı, şehirler ise kasaba havasında. Canım sonbahar renkleri meyve ve kavak ağaçlarında bizi kendine kendine çekiyor. Biz de kendimizi kaptırıyor ve renklere doğru yol alıyoruz. Enfes.
Az sonra teknedeyiz. Ermenilerden kalma son eserlerden olan ve hala bütün Dünya Ermelerinin en kutsal mekanlarından olan Ahtamar Adasındaki Surp Haç Kilisesine doğru yol alıyoruz. Hava daha soğuk ve deniz çok dalgalı. Tekne kağıt gemi gibi dalgaların üstünden üstünden gidiyor. Biz de salına salına gözlerimiz deniz ortasında ikamet eden kahverengi adaya ve kilisiye dalmış gidiyoruz. İnsanın aklına neler gelmiyor o anda. Tamara ve sevgilisinin bu sudaki mücadelesi, Tamara’nın babasının adada feneri nasıl tuttuğu ve delikanlıyı nasıl şaşırttığı, binlerce yıl buraya ibadete, pikniğe ve yüzmeye gelen Ermenilerin şamatası, gürültüsü ve denizden çıkan inci balıkları… Hayallerimiz bitmeden adaya çıktık ve etrafı badem ağaçlarıyla sarılmış olan kiliseye girdik. Orayı ziyaret eden herkesin ağzında aynı tepkiler dökülüyor. Duyuyorsunuz. “Vay be o tarihte böyle bir bina nasıl yapılabilir?” O tarih 10. Yüzyıl. Kilisedeki kubbeler, kemerler ve kapılarda kullanılan mimari hayranlık verici. 300 keşişin ikamet ettiği bu manastır 1895 olaylarından ve 1915 tehcirinden sonra tamamen boşaltılmış. Doğudaki birçok başka Ermeni anıtı ile birlikte Ahtamar Kilisesinin de 1951′de hükümet emriyle yıkımı kararlaştırılmış, 25 Haziran 1951′de başlatılan yıkım çalışması o dönemde genç bir gazeteci olan ve tesadüfen olaydan haberdar olan Yaşar Kemal’in müdahalesiyle durdurulmuştur. Ada ile ilgili diğer ilginç bilgi ise I. Gagik döneminde Vaspuragan Krallığına başkentlik yaptığı ve 16. Yüzyıla kadar üzerinde insanların yaşadığıdır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar hemen kendini gösteriyor. Korka korka kayalıklara çıkıp yarların ucuna oturdum. Arka planda mavi deniz ve karlı dağlarla beraber çeşit çeşit kuşları ve gümüş rengi tavşanları heyecanla ve hüzünle gözlemledim. Hüznümün sebebi geçmişte burada yaşanan acılar ve şimdiki insansızlık. Sessizlik. Mela sessizliği bozuyor. Dönüş vakti. Tekneye binip adayı ve kiliseyi arkamızda bırakıp yavaş yavaş uzaklaşınca hüzün daha da arttı.
Şehre, karmaşa dolu hayata geri dönüyoruz. Güneş batmak üzere. Hemen yeni restore edilmiş Van Kalesine çıkıyoruz. Bizi Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve Japonca anlatım yapan  çocuk rehberler karşılıyor. Ve durmadan aynı cümleyi tekrar ediyorlar, “abe, tarihi anlatayım mı?” “Tarihi anlatmak” sözcükleri takılıyor aklıma ve gülümsüyorum. Biraz ilerleyip gün hoşça kal demeye hazırlanırken bulutlar, Deniz, Kale ve güneşin oynaşması sonucu oluşan ilginç ışıklar altında şehrin masalımsı bir havaya büründüğünü görüyoruz şaşırarak. Dümdüz, çok renkli ve içinde birçok macera barındırdığı hissi veren bir şehir görünüyor yukardan. Hele güneş Denizde batarken kalenin en yüksek noktasına çıkmalı, rahat bir yer bulup oturmalı, nefesler 10 dakikalığına tutularak ya beyin ve gözlerle ya da fotoğraf makinesiyle o an kayda alınmalı. Ben iki yöntemi de kullandım. Biraz fotoğraf çektim. Çoğu zaman da yüzlerce yıl önce bu burçlardan bakan insanları hayal edip seyre daldım. Başka çarem de yoktu zaten. Tek fotoğraf makinemiz olduğu için Züleyha’yla makine kapma savaşına girmiştik. İkimiz de güneşin denizde saniye saniye dalışını izliyor ve ikimiz de makineyi kullanmak ve o anı kalbimizle beraber kadraja almak istiyorduk. Tatlı savaşın galibi tabi ki Züleyha idi.
Kalışımız boyunca aileler sırayla bizi akşam yemeği, kahvaltı ya da çaya davet edip misafirperverliklerini yaşatmaya çalıştı. Ve bunu içten, hesapsız ve karşılıksız yaptılar. Mutlu ederken mutlu oldular. Kültürlerinin bir parçasıydı bu muamele şekli. Topluca uğurlarken bizi çocukları gidiyormuş gibi üzüldüler. Şems’in annesi Fayruz elimi tutuyor. Gözleri dolu. Çok üzgün. Hem bizim gidişimize hem de Şems’in evlenmeyip yalnız kalmasına içerliyor. Kürtçe dualar eşliğinde havaalanına kadar geldi bizle. Ve “oğlum size emanet. İzmir’de yalnız kalmasın” manasında bir şey söyledi. Zayıf Kürtçemle O’nu teselli etmeye çalıştım. “Negri Haltimin, negri*”
Elbette ki Van’da her şey çok güzel, kusursuz ve mükemmel değil. Olması da mümkün değil. İsteyen istediği kadar olumsuzluk bulup hemen buradan kaçabilir. İsteyen de kendini farklı bir kültürde ve şehirde yaşayan hikâye kahramanı gibi hissedebilir. Bakış açısı işte. Ama her gezimden sonra hissettiğim bir şey var. Bir şehre gidiyorsan mümkünse o şehrin yerlisi bir ailenin yanında kalmalısın. Kültürü bir turist gibi okumak için değil kültürü yaşamak için. Son söz. Korkarım ki bir gün gelecek modernleşme ve sanayileşme bu geleneklerin büyük bir kısmını darmadağın edecek. Batıda geçmişte yaşandığı gibi. Belki de modernleşirken bu değerleri nasıl koruyabiliriz bunun üstünde kafa yormamız lazım. Kaybetmeden önce.  

* Ağlama Teyzem ağlama.


One Village One Family

My life has changed completely recently. Now, I live in the countryside in a small village. In this village, there are thirteen houses with beautiful gardens full of cherry, apple, peach and pears trees and interesting architecture. It is surrounded with the huge untouched mountains and canyons. The thing I enjoy in this new little village is that we live like a family with the friends and share the things in our homes and abilities. Everyone has a different role and we are quite satisfied with this calm, entertaining and peaceful life. For example I teach English to the friends whereas Rob leads us to the mountains and helps us discover the fantastic natural life beyond the village. Also, he is the first aid expert. Peter makes musical instruments and he impresses us with his mini concerts during the starry nights with the sounds of the animals coming from the mountains nearby. Lisa is the tailor of the village and she is very creative. The worn or torn clothes turn to be something new in a magical way. She could be a worldwide fashion designer. Rick is the carpenter and the gardener. You never see him complaining and tired. He has a finger print on almost every house and you can always find something to pick in the gardens. We were talking the other day and he said “Oh, I wish I could work all day in the gardens and never work in the city centre.” He says, “I feel trapped and uncomfortable in the crowded streets with lots of noise and dirt around.” Sarah is the chef and she feels great when people eat and like her meals. She cooked for 40 guests on my last birthday and she didn’t let anybody enter the kitchen. The funny thing is that she doesn’t reveal the secrets of her delicious meals. On the other hand, the children disappear into the nature and enjoy making up new games together. They come home only when they are hungry and can’t find anything to eat in the countryside. All in all, life is different in this part of the world this village is the place for a healthy and colourful life.
on a freezing cold day, I was coming from walking in the mountain and trying to warm my hands with my breath. I ran out of tea and my clothes were soaking wet. I gave a short break and sat under a pine tree. I could see the misty valley of our pretty village from a long distance. Suddenly, I heard a painful sound and a big bird dropped off the tree. I got terrified but soon recovered and checked to see what was wrong with the bird. He had a broken wing and badly hurt head. I had to carry the bird to the village and did so. My friends and children were sitting around the fire and having a great fun. When they saw me exhausted with the big bird a deep silence filled the room. Then suddenly everyone hurried to see the bird with lots of noise. Rob pushed us back and he checked to see what was wrong with the bird. “Well, he needs an urgent treatment. Stand back.” He placed the bird on the table and opened his first aid kid. Then a mini operation started. The people were sitting around the table and watching fearfully. Rob wrapped the wing around a stick. After that he cleaned his head and put a bandage on it. Finally, Rob asked for help to carry the bird with care. They put him near the fireplace and covered him with a jacket.
Now, they had to wait until the bird recovered. Everybody looked sad and worried. Only the little child, Bill, was sitting next to the bird and talking to him. “Oh, poor boy, you will be fine. Don’t give up son” was the sentence he said repeatedly. After a while the little boy noticed a small ring around the bird’s leg and called his father. Rod and the others came closer and read the note written in the ring. Call us or write.  Telephone number and an email address were written. “Look at the phone code. This bird comes from our neighbour country, Greece. We should call this number immediately. Sarah had already taken the phone and called the number. It was the owner of the bird and they had lost the bird for 10 days now. After a long conversation the Greek family said they would come to the village for the bird. By the way, the bird started to move and he opened his eyes. He looked shocked and scared. Rob patted on his golden feathers and tried to make him drink some water. He drank a bit and ate some bits of bread. No one wanted to go to bed that night and they kept sitting by the fireplace and chatting.
The next day, everyone woke up with the scream of the bird. He was trying to fly but he couldn’t. Rod, Sarah and Lisa could hardly calm the bird down. They fed him and made his place more comfortable. After a short while the door was knocked. Bill opened the door. There was a middle aged couple standing at the door. They also had a little girl with them. Everyone realized that they were the owner of the bird. Lisa greeted them and invited them into the house. The bird felt happier, lively and started to chirp. Mr and Mrs Vlahos felt relieved once they saw that he was all right. I told them how I found him and how we treated him. They appreciated and thanked us many times.
The Vlahos stayed with us in the village for a week until the bird recovered fully. During their stay, they experienced the precious life of us in the village and felt that they were a part of this community. This was the beginning of a lifelong friendship with them. They invited us to stay with them and their friends in Greece and see the bird, Red Rock in his home again.  Now, we are packing our luggage and getting ready to set off. Bill is collecting worms for Red Rock.  
izmir, 01 mart 2011


Dil Öğretiminde Melez Öğretim Dönemi

                       Japon olan Japonca öğretmenden mi yoksa Türkiyeli birinden mi Japonca öğrenmek isterdiniz? Verilen cevabı duyar gibiyim. Elbette birçok insan yabancı dil öğrenirken o dili ana dil olarak kullanan ülkenin öğretmeninden öğrenmek ister. Bunu yabancı öğretmen çalıştıran İngilizce kurslara-genelde daha pahalı olmasına rağmen- gösterilen rağbetten de anlayabiliriz. Peki, Türkiye’de İngilizce öğrenirken Türkiyeli İngilizce öğretmenlerle beraber yabancı İngilizce öğretmenlerinin de sınıfta bulunmasına neden karşı çıkılıyor? Diğer yandan yabancı İngilizce öğretmenlerini Türkiye’deki okullarda çalıştırmanın getirisi nedir? Bu yazıda bu sorulara yanıt aranacak.

Okullarda yabancı İngilizce öğretmeni çalıştırma fikrine karşı çıkanların ilk gerekçesi; “Türkiye’de o kadar işsiz öğretmen varken ne diye yabancı öğretmenler istihdam ediliyor?” şeklindedir. Bakanlığın buna cevabı, “bu projenin İngilizce öğretmen alımına olumsuz herhangi bir etkisinin olmayacağı” yönündedir. Bu konuda birtakım yanlış anlamalar göze çarpıyor. Birincisi yabancı İngilizce öğretmenleri yerli İngilizce öğretmenlerin yerine geçmiyor. Yerli ve yabancı öğretmenler aynı sınıfı paylaşıp birbirlerini tamamlayacak bir öğretim modeli ortaya çıkarıyorlar. İki farklı öğretim tekniği, birikim ve kültüre sahip öğretmenlerin karışımından melez bir öğretim modeli ortaya çıkarılıyor. Bilindiği üzere dünyada ve özellikle de Türkiye’de yabancı dil, öğrencilerin kendi dünyalarından çıkıp dış dünya ile tanışmalarına yarayan güçlü bir hayat damarı işlevi görmektedir. İçinde yabancı öğretmenlerin de olduğu bu melez öğretim modeli ile bu damarın fazla genişlemesi sağlanacak ve öğrencilerin farklı dünyalarla tanışma ihtimalleri yükselecektir. Dolayısıyla bu konu tartışılırken olaya sadece para ve istihdam meselesi olarak görmek bu projenin zincirleme getirisini göz ardı etmek olacaktır.   
Projeye mesafeli yaklaşılmasının diğer bir sebebi ise toplumda yabancılara karşı var olan önyargılar ve korkulardır. Toplum olarak her ne kadar hoşgörülü ve açık fikirli olduğumuzu iddia etsek de insanların içinde onlarca yıl beslenen yabancıdan şüphe etme (kültürümüzü yozlaştırmaya ya da misyonerlik yapmaya geliyorlar ön kabulü) yönünde ciddi bir eğilim vardır. Dışa kapalılık ve yeniliklerden uzak durmaya dönük (eski köye yeni adet getirme özdeyişinde olduğu gibi) davranış kalıpları bu projeye dönük olumsuz düşünce beslemeyi beraberinde getirmektedir.  Özellikle Batı Avrupa ülkelerinde öğretmen, polis, hakim, gümrük memuru, vb. olabilen Türkler ve diğer Müslümanlar orada kabul görürken aynı hakları Türkiye içerisinde yabancılara tanıma konusunda isteksizlik bir tutarsızlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Yabancı dili iyi konuşan ülkelere baktığımızda (İskandinav ülkeleri, Hollanda, Belçika, Bahreyn, Kuveyt, Arabistan, Japonya, Kore, Tayvan gibi) bu ülkelerde yabancı öğretmenleri çalıştırmanın yaygın olduğu, bu ülkelerin dışa açık ve çok kültürlü (Arabistan dahil ) yapılardan oluştukları görülecektir. Sadece okullarda İngilizce branşında değil, diğer branşlarda ve diğer kurumlarda (sağlık, tarım, deniz, yerel yönetimler, vb.) yabancıların çalıştırılması, karşılıklı olarak bu korkuların azalmasına, önyargıların kırılmasına, halklar arasında iletişimin artmasına ve dünyadaki bilgi birikiminin Türkiye’ye akmasına sebep olacaktır. Geçmişte yaşanan şu örnek bize ciddi bir referans vermektedir. 2. Dünya savaşı sırasında Hitler’den kaçıp da Türkiye’deki üniversitelerde çalışan Yahudi bilim insanlarının Türkiye bilim, sosyal ve kültürel hayatına verdikleri katkılar ciddi boyutlara varmış ve o kurumlarda bir bilim geleneğinin oluşmasına yardımcı olmuştur.
Peki devlet okullarında yabancı İngilizce öğretmeni çalıştırmanın başka gerekçeleri var mı? Evet. Türkiye’de yanlışlığı biline biline inatla sürdürülen öğretmen yetiştirme politikası yabancı öğretmen çalıştırmayı zorunlu kılmaktadır. Eğitim sistemimizde İngilizce öğretmenleri liseden itibaren sadece gramer (dilbilgisi) ve okuma becerilerini geliştirebildikleri bir öğretim sürecinden geçiyorlar. Dilin olmazsa olmazları olan dinleme (receptive skill) konuşma, ve yazma becerileri (productive skills) derslerde yer bulmuyor. Yani öğretmenler o dili konuşamadan, dinleyip anlama yetisini geliştiremeden ve etkili bir şekilde yazamadan o dili öğretmeye çalışıyorlar. Bu beceriler Üniversite Yabancı Dil Geçiş Sınavında da (YDS) ölçülmeyince öğrenciler ve onları sınava hazırlayan öğretmenler haklı olarak bu becerilerin geliştirilmesi yönünde çalışmalar yapamıyorlar. Peki, sınavda ne ölçülüyor? Sadece dilbilgisi (gramer), okuma anlama, kelime ve çeviri bilgisi. Bu yüzden bahse konu olan bu beceriler öğrencilerin lise döneminde (binlerce saatlik İngilizce derslerine rağmen) gelişemiyor. Üniversiteye gelindiğinde de artık çok geç kalınmış oluyor. Ve bütün bireysel çabalara rağmen konuşma, dinleme, yazma eksikliği bir türlü giderilemiyor. Öğretmenlerin yurtdışına çıkma, Türkiye içinde yabancılarla iletişim kurma olanaklarının sınırlı olması ve dışa kapalılık problemin çözümünü önündeki diğer engellerdir. Elbette ki MEB’in ve YÖK’ün bu sorunlara çözüm bulma konusunda radikal adımlar atması gerekiyor. Ancak şu anda yakıcı bir sorun haline gelen İngilizce öğrenme sorununda öğrencilerimizi ve öğretmenlerimizi özellikle konuşma ve dinleme konusunda ileri bir noktaya taşıyacak ve tamamen olmasa da dil sorununun çözümüne ciddi katkılar sağlayacak bu proje sistemimiz içine ustaca dahil edilmeli.  
Bu proje dahilinde yabancı öğretmenlerin çalıştırılması fikri etkili gözükse de dikkate alınması gereken noktalar vardır. Birincisi, gelecek olan öğretmenlerin niteliklerinden nasıl emin olunacak? Bu öğretmenlerin CELTA gibi Uluslararası dil öğretmenliği sertifikaları olacak mı? İkincisi, alacakları ücretler yerli öğretmenlerden yüksek olacak mı? Böyle bir farkın olması durumunda aynı ortamda yerli ve yabancı öğretmen arasında çatışma riskini ortaya çıkarıp çalışma barışını ve etkileşim düzeyini düşürmeyecek mi? Yerli öğretmenle aynı ücret karşılığında ana dili İngilizce olan kalifiye öğretmen bulmak mümkün olabilecek mi?  Son olarak, bu proje ile İngilizce öğretim problemini çözmek mi hedefleniyor? Beklentiler nedir? Yoksa bu projeye ek olarak öğretmen yetiştirme sistemi radikal bir şekilde değiştirilecek mi? Mesela, yukarıda da ifade edildiği gibi üniversitede dil bölümüne girmek için YDS de yapılan, sadece dilbilgisi, okuma ve kelime bilgisini ölçen merkezi sınav yerine dil öğreniminde olmazsa olmaz diye kabul edilen okuma, dinleme, yazma ve konuşma becerilerini ölçecek yeni bir sınav sistemi getirilecek mi? Bu yapılamıyorsa uluslararası dil düzeyini ve kullanımını ölçen ve uluslar arası ölçekte kabul gören TOEFL veya IELTS sınavları baz alınabilecek mi?

                                                              10 nisan 2011, izmir
                                                                  Mehmet Ateş 


Mahalle Baskısı Kaç Çeşittir?


Mahalle Baskısı Kaç Çeşittir?

Cevap: Türkiye’de çok çeşittir. Mahalle baskısından şikayet edenler inandırıcı olsa da acaba aynı kişiler mahalle baskısı yapmıyorlar mı? Türkiye’de mahalle baskısını sadece dini yönü baskın muhafazakarların yaptıklarına dönük bir ön kabul mevcuttur. Ancak mahalle baskısını muhafazakar laikler, demokratlar yada milliyetçiler de yapmıyorlar mı? Türkiye gerçeğine baktığımızda belli bir bölgede, şehirde ya da ülkenin genelinde çoğunluk olanların az olan farklı topluluklara baskı uyguladığını ve onlara kendi yaşam tarzını dayattığı bilinen ama çokça itiraf edilemeyen bir gerçektir. Ne zamanki gücü eline geçiren çoğunluk bu gücü az olanı bastırmak, değiştirmek veya asimile etmek için kullanmaktan vazgeçer ve farklı kesimlerin bir arada yaşam kurmalarını sağlayacak atmosferi yaratmak için kullanır işte o zaman gerçek anlamda mahalle baskısı süreç içerisinde ortadan kalkar. Bu çoğunluğun hayalinde farklı kesimlere yönelik her türlü baskının azaltıldığı böyle bir topluma ulaşmak hedefi ve niyeti mevcutsa her zaman yaptıklarının aksine karşı tarafı eleştirmek ve suçlamak yerine kendi topluluğunu dönüştürüp demokratikleşmek için topluluk içi eleştiri yapmak zorundadır.      
AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber mahalle baskısı kavramı gündemimize daha fazla girdi. Aslına bakacak olursak tarih boyunca ve AKP’den önce de dini muhafazakâr yaşam tarzına sahip mahalle ya da semtlerde insanlar kendilerinden olmayanlara tahammülsüzlük gösteriyorlardı. Mesela modern giyim-kuşam, eğlence ve ilişki tarzına saldırı sözle ya da bakışla da olduğu kadar bazen fiziksel saldırı şeklinde yaşatılıyordu. Ve halen de bu baskı farklı şekillerde ve tonlarda devam etmektedir. Ancak diğer taraftan modern batılı yaşam tarzına sahip bir mahalle ve semtte de muhafazakâr bir insanın- hayatını görünür halde yaşıyorsa- baskı görmediğini iddia etmek doğru değildir. Klişe bir örnek olmasına rağmen bu örneği vermeden geçemeyeceğim. Çarşaflı ya da sakallı bir dini bütünün Nişantaşı’nda ya da İzmir Bostanlı’da yürürken üzerine gelen bakışları bir hayal edin.
Mahalle baskısı çok çeşitlidir demiştik. Susmak ve öyleymiş gibi yaşamaya çalışmak da baskılanmanın sonucu değil mi? Gerek mahallelerimizde yaşayan gerekse resmi kurumlarda görev yapan sayısız Alevi, Ermeni, Yahudi ve diğer farklı inançlardan insanlar kimliğini neden hala saklamak zorunda hisseder? Zevk için değil herhalde. Bu kesimlerin haklarını talep edip görünür şekilde kültürlerini ve inançlarını yaşamak istemeleri karşısında hangi kesimlerin mahalle baskısı uyguladıklarını herkes tahmin eder. Peki, bu neden böyle? Neden birilerini sevmek ve kabul etmek için illaki o birilerinin bize benzetmeye çalışırız? Bütün Türkiye’nin yada dünyanın aynı inanç, kültür ve yaşam tarzına sahip olması durumuda yeryüzünün daha güzel olmayacağı açık değil mi? Mahalle baskısını kullanmanın sebebi karşı tarafı bizim gibi yaşamaya zorlamak değil mi? Bu durumda karşı tarafın da savunmaya geçip yaşam tarzını korumaya çalışması ve çoğunluk olduğu anda aynı şekilde az olana baskı uygulamaya kalkışması normal olmasa da doğal tepki olmaz mı?
Baskıya maruz kalan diğer bir kesim ise farklı cinsel tercihlere sahip insanlar. Üstelik bu kesimler sadece mahalle baskısı değil hemen hemen bütün ülke baskısı yaşıyorlar. Peki bu baskıyı sadece bir kesim mi yapıyor? Hayır. En muhafazakârdan en liberaline kadar –istisnalar hariç- hemen hemen herkes cinsel tercihleri farklı olan insanlara bir şekilde fiziksel ya da psikolojik baskı uygulamaktadır. Konu eşcinsellere düşmanlık olunca en zıt görüşler bile ittifak yapıp aynı dışlayıcı tepkiyi göstermektedirler. Bu konuda iktidar dahil hangi parti bu baskıyı hafifletmeye dönük çalışmalar yapmakta yada cinsel ayrımcılığın yok edilmesi için tüzüklerinde madde bulundurmaktadır? Ya da mahalle baskısından şikayet eden laikler veya laiklerin baskısından şikayet eden muhafazakarlar bu kesimlere uygulanan baskıyı hafifletmek için kendi içlerinde ve dışlarında bunun mücadelesini yapıyorlar mı? Yoksa farklı cinsel tercihleri olan insanlara mahalle baskısı uygulamak normal bir şey midir?
Ya kadınlara uygulanan mahalle ve diğer baskı şekillerine ne demeli? Bu baskıyı da belli bir gruba mal etmek mümkün değildir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki kadın her kesimde erkeğin en az bir adım arkasından gelmektedir. Modern ya da muhafazakar kadın önce ev işinden ve çocuklardan sorumlu kadın sonra da izin çıkarsa işe giden ve para kazanan kişidir. Toplumun farklı sınıflarında modern kadın görüntüsüne rağmen ciddi erkek baskısı yaşayan ancak diğer tarafta türbanlı olduğu halde göreceli olarak özgür bir yaşam tarzı yaşayan sayısız kadın bulunmaktadır. Ancak genelde her topluluk, kesim ve cemaatte kadınlar hem kendi kesimlerinden hem de karşı kesimden baskı görmektedirler. Bu bazen aile, bazen toplum, bazen işyeri sahipleri, bazen arkadaş ve bazen de yasalardan kaynaklı baskı şeklinde kendini göstermektedir. Dolayısıyla kadınlara uygulanan her çeşit baskıyla mücadele için sadece karşı kesimlere yönelik değil grup içi öncelikli olmak üzere baskı kaynağı bütün kesimlere karşı yapılmalıdır.
Mahalle baskısı yaparak mahalle baskısından şikâyet edilebilir mi? “Ama onlar daha fazla yapıyor” diyerek suçu sadece “karşı” kesimlere yıkmak mantıklı mı? Elbetteki hükümetlerin bu konuda sorumlulukları ve yükümlülükleri daha fazladır. Ancak yine de kendimize bir soralım. Biz mahalle baskısı yapıyor muyuz?


Mehmet Ateş

Göller Yöresi; Yenişarbademli ve Doğada Minik Bir Yaşam

“Eğer cennet burası değilse buranın altıdır” demiş Alaaddin Keykubat bu renkli ormanlarla örtülü, neşeli kuşları olan, 1998 metre yükseklikteki dağları anlatırken. Ve dillere destan Kubadabad sarayını yaptırmış buralara. Burası Isparta ilinin çok uzağında Beyşehir gölü kıyısını yurt edinmiş Yenişarbademli ilçesi.
Bilmeyen sürekli karlı dağ manzarası olan bu kıvrak yolun sonunda bir ilçenin olabileceğini asla tahmin edemez. İçimden aşağıda onca verimli, meyve cenneti topraklar varken insanlar neden buralara yerleşmişler diye geçirmeden edemiyorum. Ama oraları görünce fikrim değişecekti sonra. Mayıs sonunda beyaz olma inadından vazgeçmek istemeyen ve dimdik dikilen bu dağlara arabayı uçurumların kenarından sürerken bile bakmak dürtüsü bırakmıyor peşinizi. Yanınızda sizi sürekli uyaran Zülüş varken bile. Gece 9 da Onur’un arkadaşı Can Polat ve öğrencileri karşıladı bizi. Çılgın şoförler için Eğridir’e 1 saat mesafede kurulu 2 bin nüfuslu, milli park, doğal ve tarihi sit alanındaki Yenişarbademli ilçesindeyiz artık. Yüksekokulu olan ama kasabı ve manavı olmayan bir kasabaydı burası. Yüksekokulun ormancılık fakültesinde müdür yardımcısı-etno botanikçi Can Polat ve göreve hazır öğrencilerine bakınca şaşırıyor ve duygulanıyorum. Burada bir yüksekokul bulunması da farklı bir şaşkınlık sebebiydi. Can Polat Onur arkadaşımızın ortaokuldan arkadaşı ve ikisi yıllar sonra birbirlerini Facebooktan bulmuşlar. Bir gün Onur Can Polatla sohbet ederken Servas’tan bahsetmiş ve böylece bir kamp fikri gelişivermiş bir anda. Garip olan internetin çocuğu Facebook dağlarda bu insanlarla 3 gün yaşamamızı sağlaması. Herkes etrafına kayıp çocuklar gibi bakınıp merakını gidermeye çalışırken taşrada bir müsamereye hazırlanan sahne gibi süslenmiş yüksekokul yemekhanesinde bulduk kendimizi. Atatürk portresi, açık  televizyon, eski karo taşlarla bezeli zemin ve bir yemek masası. Aşçı kendinden emin, işini çok önemseyen bir eda ile servisleri yaptı. Çok yedirmek kırsal kesimin misafirperverliği gösterme yöntemi olduğundan Şems’in, “daha fazla yemesem olur mu sorusuna” Aşçı kısa ve kesin bir cevap verdi. “Hayır”. Kamp yerine geçiyoruz topluca. Kamp yerinde odunlar bir kibriti bekler vaziyette bizi beklerken ağaca araba aküsünden çekilme lambanın asılı olduğunu görmek ve gençlerin daha fazla şey yapmak için sürekli koşuşturmaları her ne kadar bizi duygulandırsa da azıcık kendimizi kötü hissettirdi. Ateş yanıp etrafına kurulunca muhabbet çok ilerlemeden gençler nezaketen bizi yalnız bıraktı. Evet büyük şehri, bireyselliği ve yalnızlığı unutma vakti geldi diye geçirdim içimden. Kısa süreli bir komün hayatı başlamıştı. Binlerce yıl geriye dönmüş gibi.
Yenişarbademli bölgesi arıların en lezzetli balları yapabildiği, kuşların en neşeli şarkılar söyleyebildiği, çakalların en coşkulu uladığı, en kocaman domuzların yaşadığı, atların, ineklerin leziz, yemyeşil otlardan başlarını kaldırmadığı, al yanaklı çocukların ve cabbar  kadınların yaşadığı bir yer. İçerisinde göllerin olduğu bir mağaradan çıkan çok coşkun sular ne güzel beslemiş karaçamları, kızılçamları ve meşe ağaçlarını. Ve elma ile kiraz ağaçları ovadaki hemcinslerinden çok daha sağlıklı, iri ve tatlı olduklarını anlatıyor bizi hiç yalnız bırakmayan ormancılık öğrencisi Ulvi. 21 yaşında bir doğa tutkunu. Kasabada bir arkadaşıyla Dağcılık Kulübü kurmuş ama sadece 2 kişi toparlayabilmiş şimdiye kadar. Üzülüyor ama vazgeçemeye niyeti yok. Çamları, az ilerdeki Beyşehir gölünü, çakal ve diğer yabani hayvanlarla karşılaşmalarını anlatıyor sakin ve keyifle. Bizlerin geleceğini ve rehberlik yapacağını öğrenince çok heyecanlanmış ve bütün programını iptal etmiş. Ve heyecanla bizim gelişimizi beklemiş. Hocam diyor; “buralarda çok mutluyum. Bu ormanda çok zengin hayatlar var. Her tarafını gezdim karış karış. Ama bu güzellikleri çok fazla kişi görmeye gelmiyor. Şaşırıyorum. Hemen oracıkta bir şeyler tasarladık beraber. Belki de bir gün rehber olur, web sitesini kurar ve hayalindeki şeyi yani yüzlerce kişiye buralara getirip buraları anlatmanın zevkini yaşayabilir. Gözlerine bakınca “bu temiz, güçlü ve meraklı çocuk bu işi yapar” diye geçirdim ve tabi ki dışımdan da ifade ettim heyecanla.
Kamp ateşini odunla beslemek, şarapları yudumlamak, taşrada okumanın acısını yaşayan gençlerin sıkıntılarını dinlemek ve hayal ettikleri yerlerden gelen insanlar olarak acemice bizi incelemeleri, utanarak sorular sormaları ve onlara hayatta neler yapacaklarını konusunda fikirler sunacağımızı düşünerek ilgiyle dinlemeleri tuhaf bir duygu. Biz onların hayatına özeniyor onlar da bizimkine. Gezegenin bu noktasında orman ortasında yanan ateşin etrafında, suyun, ateşin ve kuşların seslerinden oluşan müziği bastırmaya çalışarak yaptığımız bu muhabbet gerçek mi diye geçirmeden edemedim. Uzaydan birileri bize gülümseyerek bakıyordu sanki. Şemso yanımda. Her zamanki felsefi tavrı ile peşpeşe; “Mehmet, I want to ask something?” (bu arada İngilizce öğreniyor) “hayat nedir? Biz neyiz? Ne yapcaz bu dünyada?” “valla bu işten ben bişey anlamadım” sorularını sorunca da az sonra uçacam hissine kapıldım. İçimden gülerek. Allahtan o gece çok içen Hande kusması ile gerçek hayata döndüm. Zülüş en çok bildiği şeyi, küçük kazaları ve olumsuzlukları trajediye dönmeden önleme, rolünü üstlenmişti yine. Habire “Hande, parmağını sok ağzına ve ne varsa kus. Rahatlarsın” diye tekrar ediyordu. Bu sırada düşünen adam rolündeki Hilmi’nin yanında getirdiği köpeği Lucy çadırlarımızın dibinden akan coşkun sularda ve çamurda oynaşarak apartmanda yaşamanın acısını çıkarmaya çalışıyordu. Şemso yine sahnede, “Hilmi, valla ben suçluluk duyuyorum. Biz burada muhabbet ederken onun orada yalnız ve bağlı kalması? Olmaz! Baksana ağlıyor” değince başladı bir yaşındaki Lucy’in özgürlüğü. Zaten bu dağda, ormanda ve doğal hayatta birilerinin bağlı kalması çok garip kaçardı. Gece uzun sürdü ve çadıra girdiğimizde hemen uyumak için her şey hazırdı. Yorgunduk. Su ve kuş sesleri yardıma hazırdı. Ve içmiştik. Sabah Lucy’nin garip sesiyle uyandık. Meğer özgürlüğü sonuna kadar yaşamaya karar vermiş ve köyün çoban köpeğiyle ilk cinsel deneyimini yaşıyormuş. Lucy burayı benimsemek için yeterli sebep bulmuştu. Sahibi Hilmi ikinci gecenin sonunda Lucy’nin buraya ait olduğuna kanaat getiriyor ve O’nu 5 köpeği olan Ulvi’ye hediye ediyor. Lucy ardına bile bakmadan atların oynaştığı yaylada koşuşturmaya başlıyor. Bizse Hilmi’ye, “Bak ya nasılda kolayca unutuverdi seni diyerek takılıyorduk.
Kampımızın Yunan asıllı Amerikalı üyesi, Anastasios ilk defa İzmir dışına çıkmanın heyecanını yaşıyordu ve merakını giderecek soruları bazen bebek Türkçesi ile bazen de İngilizce tercüme isteyerek peş peşe soruyordu. Geleneksel ilişkilere, taşra hayatına, bağlamaya, türkülere ve yemeklere bakıp, “sanırım şimdi gerçek Türkiye’deyim diyordu sık sık.” Sadece İzmiri yaşayarak Türkiye’yi tanıyamayacağının farkındaydı. O yüzden bu gezi onun çok beklediği bir etkinlikti. Bu deneyim ve verdiğimiz bilgiler onda Türkiye’nin diğer taraflarını görme isteğini kamçıladı. Meraklı hali, yeni ortamlara uyum yeteneği ve komik Türkçesiyle kampı bizler ve gençler için daha sevimli hale getiriyordu. Dönüş yolunda, Aksu’da kahvehanede kahvaltı yaparken kahveciyle Türkçe pratik yapacam diye “abi küçük çay demek yerine küçük şarap lütfen demesi” kahveciyi ve bizleri oldukça eğlendirdi.
2. günün sabahında biz çadırdan çıkarken öğrenciler hazır bizi bekliyordu. Odunlar ıslak diye tüp getirtilmiş ve böylece bizi büyük bir zahmetten kurtarmışlardı. 4. üniversitesini okuyan 28 yaşındaki Hüseyin 18-21 yaşlarında olan diğer öğrencilere ağabeylik yapıyor zaman zaman O’na takılmamıza sebep olan ‘organizatör’ rolünü çok ciddi bir şekilde yapıyordu. Hüseyin bu yaşa gelinceye kadar Antalya’da ciddi işler yapmış, hızlı hayat yaşamış ancak işler kötü gidince bu dağa sığınmış ve burada ormancılık okumaya başlamış. Ancak burada da girişimci ruhu onu harekete geçirmiş. Okul kantini işletmeye başlamış ve anne babasına yakın bir yerde orman kesim işi ayarlamış. Bağlama çalıyor ve palio arabayı dağ başında jeep gibi kullanarak çılgınlığını fazlasıyla yaşıyordu.  
Suyun bir aslanağzını andıran mağaradan çıktığı yere Pınargözü’ne kadar sürecek yürüyüşümüz Ulvi rehberliğinde başladı. 15 km uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun mağarasından fışkırıyor sular. Palio arabanın içinde sevimli şoför Uygar ve Hüseyin bizlere ara ara eskortluk yaptı. Hüseyin ehliyeti kaptırınca arabayı Uygar devralmış uzun bir süredir. Uygar Osmaniyeli ve buraya gelinceye kadar ailesi ile beraber köyde büyükbaş hayvancılığı yapıyormuş. Burada her çocuğun ilginç bir hikayesi var. Sanki bu dağ başına bu hikayeleri anlatacak bir filmi çekmek için gelmişiz hissine kapıldım. Suların deli gibi çıktığı gözeye geldiğimizde buranın aynı zamanda kuş gözlem için de harika bir yer olduğunu fark ediyorum. Adını bilmediğim kırmızı beyaz kahverengi kuşlar, havada öpüşen minik uzun kuyruklu siyah beyaz kuşlar, dağ kayalıklarında çember yaparak av kollayan kartallar ile beyaz çiçeklerini yeni açmış kirazlar, armutlar ve hızlı akan sulardan yüze vuran serinlikle burayı kutsal kitaplarda anlatılan bahçelere benzetmemek mümkün değil. “Suyun gücü” diye geçiriyorum içimden. Bu ruh halini ne bozabilir sizce? Şemso’nun kayıp haberi. Tek başına dağlara doğru gitmiş 2 saat geçmesine rağmen geri dönmemişti. Hava soğuyor, bulutlanıyor, şimşekler çakıyor, gök gürlüyor ve bunlar Şemso’nun kayıp olma düşüncesi ile birleşince korku filmlerinden bir sahne geliyor insanın aklına. Gruplara ayrılıp O’nu aramak da işe yaramayınca gençler ortalığı ayağa kaldırıyor. Ancak jandarma, ambulans, kurtarma ekibi ve muhtar vardıkları anda Şemso ormanın içinden çıkıp geliveriyor gevrek gülüşü ile. Hiçbir şeyden haberi olmayan romantik arkadaşımızın ilk cümlesi söyle oluyor. “Yukarıda o kadar güzel bir göl var ki. Kesin görmelisiniz.” Herkes O’na ters bir bakış fırlatıyor ve küfürü içinden ediyor tabi. Meğer doğa ve fotoğraf aşkıyla kendini kaybetmiş ve bizim onu beklediğimizi düşünememiş. Bu arada muhtar elinde şemsiye ve bir poşet çekirdekle soğukkanlı bir şekilde; “kaybolan sen misin?” diye sordu şemsoya ve çekirdek çitlemeye devam etti. Bundan sonra Şems ne kadar özür dilese de dönünceye kadar sürecek “kayıp çocuk” muamelesi ve takılmalarından kurtulamayacaktı.
Muhtar 28 yaşında. Dedelerden geleneği devralmış heyecanlı bir avcı, berber ve müzisyen. Bu bölgeyi iyi bildiğinden jandarmaya, “ merak etmeyin, elimle koymuş gibi bulurum O’nu demiş.” Gece boyunca oradan oraya koşuşturan, zaman zaman muhabbet bazen müzik yapan, herkesin ihtiyacını karşılamaya çalışan ve kaçak avcılık yapan bu doğa aşığı genç adam yasak olmasına rağmen şöyle savunuyor alabalık, tavşan ve kuş avlama merakından vazgeçmek istemeyişini. “Benim dedem de babam da avlanırken bu dağlarda öldüler. Muhtemelen ben de öyle öleceğim. Benim avcılığım da bu doğal döngünün bir parçası. Üstelik bu derelere ilk alabalık yavrularını atan da ben ve babam.” Hak vermemek elde değil. Yenişarbademli’de insanlar bir zamanlar ormanla iç içe yaşayıp onunla beslenen çok zengin insanlarmış. Burası ulusal park, doğal ve tarihi sit ilan edilince köylülerin bu ormanlardan bir kozalak çıkarmaları bile yasaklanmış. Düşünsenize o kadar ormana rağmen kasabalıların bir kısmı sobalarında kömür yakıyorlar. O yüzden de kasabada nüfus hızla azalmış. Sadece ormancılık ve avcılık bilen halk daha sonra zor da olsa tarım ve hayvancılığı öğrenmiş. Şu an yörenin en güzel kirazını ve elmasını yetiştiriyorlar.
Elinde ekmek arası sandviçiyle Şemso’yu alıp dönüş yoluna girince bastırdı yağmur. Şiddetli. Sonra daha şiddetli. Bir saatin sonunda yağmurluklar ve botlar pes etmişti. Hafiften donumda hissetmeye başlamıştım yağmuru. Soğuk. Hepimiz bu doğa olayına kaptırmış, suskun, üşüyor ama mutlu bir şekilde hızla ilerliyoruz. Sanki herkes şehir hayatının intikamını alıyor, kendini roman kahramanı gibi hissediyordu. Hepimiz hayatımızda en azından bir sefer bu olayı yaşamak hayalini kurmuşuzdur mutlaka. Şimdi zamanıydı işte. Yanımdaki Zülü soğuğa ve çokça üşümesine rağmen keyifle yürüyüp muhabbet etmesi ve ıslak ellerimi ısıtmaya çalışması bizim daha böyle yollara daha çok çıkacağımızın işaretini veriyordu. 2 saatin sonunda galiba kahramanlıktan bıkmıştık. Sıcak bir yere sığınmak ve üstümüzü değiştirip kedi gibi kıvrılmak harika olurdu şimdi. İnsanların ihtiyaçlarını tahmin etme konusunda sürekli bir adım önde olan Hüseyin ekibi ayarlamış ve bahsettiğim ortamı öğrenci evinde sağlamıştı. Soba gürül gürül yanıyor, sıcak su hazır ve çay kaynamak üzere. Oda boya yerine kireçle sıvanmış, üstünde Atatürk resimlerinin olduğu takvim eski tarihleri gösteriyor. Sandıklı eski kanepeleri olan, bezden elbise dolaplı, hiç okunmamış ve burada yaşamış önceki öğrenciden devralınmış ansiklopediler, farklı ebat ve markalarda bardaklar, kaşıklar, çatallar ile tipik bir öğrenci eviydi bu. Kurulandık. Rahatladık. Uykumuz geldi. Ama program yeni başlıyormuş. Şems kendini affettirmek istercesine alışverişe gitti. Mangallar yandı. İçkiler geldi. Hüseyin yine işbaşındaydı. Birazdan bağlama çıktı bir yerden. Yoldan arabayla geçen muhtar durdu ve yanımıza geldi. Bir türkü söyledi ve gitti. Sonra Hüseyin çaldı biz oynadık. Az sonra Anastasios çocuklara İngilizce onlar da O’na Burdur ağzıyla Türkçe öğretmeye başladılar. Anastasios’un “burada ne yapup durun gari?” deyişi pek komikti. Burada aksiyon bitmiyor. Kendi hayatımdan bildiğim üzere “taşra hayatında farklı bir hayat istiyorsan oturduğun yerde bunları hazır bulamazsın. Eğlenmek istiyorsan ortamı sen yaratacaksın. Film izlemek istiyorsan sinema ortamını sen oluşturacaksın, kütüphane istiyorsan sen yaratacaksın, vesaire. Çocuklar da bunun farkında muhtar da. 15 dakika kadar sonra bir baktık muhtar elinde düğün orgu ile tekrar geliverdi ve derhal kaldığı yerden müziğe devam etti. Hüseyin bu duruma alışkın bağlamasıyla takip etti hemen. Vizonteleden bir sahne gibi. Mangal etrafındaki muhabbetlerde Servas, buradaki ve her yerdeki hayatlar, hayaller, ağrılar ve dersler paylaşıldı. Artık çadır vakti gelmişti. Çadırın yanında ateşler yeniden yakıldı ve araba lastikleri ile ateş kocaman oldu. Onur her zamanki gibi elinde sigarası ile derin derin bakıyor ateşe. Yaptığı ilk kamptı bu. Ve herhalde bu tadı aldıktan sonra gerisi gelecekti. Hüzünle “Bu buluşmada keşke daha çok Servaslı olsaydı” dedi. Ve aniden ruh hali değişerek heyecanla, “abi biz seneye Servaslı arkadaşları buraya getirebilmek için daha çok çalışalım.”. “Bu güzelliği mutlaka yaşamalılar. Baksana her şey hazır”. “Üstelik servas ruhuna uygun olarak burada yaşayan yerel insanlarla kaynaşarak yapılabiliyor.”  
            Her dönüşte bir hüzün vardır. Bir de bir sonraki gezinin planlanması. Yapılan bu kampın verdiği gazla birkaç yere daha beraber gitme planları kendiliğinden oluştu. Gezi ile ilgili duygular, dersler ve heyecanlar tek tek videoya kayıt edildi. İnsan evine varıncaya kadar seyahat bitmez. Bu görüşü onaylarcasına Onur bizi Eğirdir gölünü ve yarımadayı kuşbakışı görebileceğimiz bir köye götürdü. Yörük çadırında manzaraya bakıp kahveleri yudumlamak dönüş yolunda çiçek bahçesinden çaldığımız hoş bir koku gibi idi.  Eğirdir etrafında pansiyonlar, bisiklet turları, Ayastefanos kilisesi ile farklı tatil taleplerine cevap verebiliyor. Yolu keyifli hale getirmeye devam ediyoruz. Gerçi başka seçeneğimiz de yoktu. Hande yarım saatte bir bir şeyler yemek zorunda. Yoksa mızıklıyor. Yoldan aldığımız karpuz ve peynir ile bir köy kahvesinde yağmur manzarası ile ziyafet çektik. Gelen tostlar da pek lezzetliydi. İçinde doğa, yaşam, paylaşım, dostluk ve serserilik olan gezileri sevdiğimi bir daha fark ettim. Sanırım grubumuzun ortak noktası da bu idi. 
Yazıyı bir alıntı ile bitirelim.
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat 1227 yılında Antalya’ya gider iken Egrinas’a (Eğridir) uğradı. Orada öyle bir mesire (Kubadabad) gördü ki, eğer cennetin bekçisi bu mevkiye yetişebilseydi, cennetten ayrılır, hayretle parmağını ısırırdı. Toprağı yeşilliklerden firuze renkli, lâleleri kandamlaları idi. Pınarlarının her köşesinden su yerine sanki gül suyu yahut berrak gözyaşı akıyordu. Havası misk kokulu, zemini nakışlı, her tarafı çeşitli kuşlarla dolu idi. Bir tarafta süt gibi tatlı, Çin ipekleri gibi dalgalı yeşil bir deniz, içinde meyve ağaçları ile süslenmiş yakın bir ada vardı. Denize doğru akan bir pınar vardı ki gören ihtiyarlar gençleşirdi demiş.
                                                                                                         Mehmet Ateş

                                                                                                          31 Mayıs 2011