28 Mart 2015 Cumartesi

Yeşil Deniz, Deli Dağlar ve Pastel Ova-VAN

Biz bir bütün değilmişiz ve birbirimize o kadar da benzemiyormuşuz. Van’a ayak basar basmaz hatta uçaktan şehre ve coğrafyaya bakıldığında çok farklı bir yere geldiğinizi fark ediveriyorsunuz. Yemek, kullanılan Türkçe, kadının konumu, politik ortam, çok çocukluluk, çarşı-pazar, doğal güzellikler, mimari, taşların rengi, peynir, kıyafetler, trafik, gece yaşamı ve en önemlisi anadil, Kürtçe. Hepsi farklı ve özgünlüğünü koruyabilmiş. Üç günde üç defter dolusu hatırayla döndük Van’dan İzmir’e. Bu üç defterden üç sayfa okuyacaksınız şimdi. 
Havadan Van gölüne bakınca evet diyoruz Vanlıların dediği gibi bu bir göl değil bir deniz (Bahr Van). Pastel renkli ova ve karlı kel dağların üstüne üstüne giden yeşil bir deniz, Van Denizi. Dağlar her tarafını çevirse de Van Denizi asla sınırları kabul etmek istemeyen bir sel gibi dağların içlerine dalmış koyun koyuna yaşamak yerine dağlardan parça koparmaya çalışan kaplanlar gibi saldırıyor her yönden. Su değiştirmiş her kıyıları, toprağı, havayı ve atmosferi. Su değişim demek değil mi zaten?  
Şemslerin mahallesine getiriyor bizi kardeşi Mela. Hakkari ve Muş ağırlıklı göçmenlerin yaşadığı bir mahalle bu. Çoğunlukla bahçeli tek katlı evlerden oluşuyor ve insanlar avlularda oturup bahçelerde tandır yapıyor, muhabbet ediyor, düğünler yapılıyor, çocuklar da kavgalarını da burada ediyorlar. Tıpkı bir zamanlar köylerinde yaşadıkları gibi. Böyle devam ettirmek istiyorlar hayatlarını. Özlem ve inatla. Şemslerin büyük ailesi birkaç küçük aileden oluşuyor ve yarı komün bir hayat tarzı yaşıyorlar Dört erkek ve beş kız çocuktan çok büyük bir geniş aile ortaya çıkmış. Evler yan yana ya da üst üste. Mela, “Bizde eve bir şey alacaksan birkaç eve de alman gerekiyor. Benim çocuğum doyarken abimin ya da ablamın çocuğu aç kalamaz diyor.” Coğrafi, ekonomik ve politik açıdan zor olan bu şehirde paylaşım ve dayanışma insanları ayakta tutuyor. Ve bununla gurur duyuyorlar. Akşam yemeği ve oturması eve aniden dalan misafir ve akrabalarla bayram buluşmasını andırıyor hemen hemen her akşam. Her gelene yemek, çay ve meyve vermek adettendir. Yemek için ısrar etmek ev sahiplerinin görevi. Bütün yemekler yer sofrasında yenilip muhabbetler aynı odada, şark köşelerinde yapılıyor. Aileler kalabalık olunca odalar da çok geniş yapılmış. Yemek ve çay servisine erkekler de yardım ediyorlar. Sofrada önce misafirler ve sofrada yer olduğu oranda sonra büyükler, en son da küçükler yemek yiyiyorlar. Van kahvaltısı namına yakışacak kadar zengin ve renkli. Ancak bu kahvaltının güzelliği çok çeşitli olmasında değil malzemelerin doğallığından ve lezzetinden kaynaklanıyor. Tereyağı ayran kokuyor adeta. Bal sıfır şeker ve yayla kokuyor. Balla ilgili size bir küçük hikâye. Hakkari’nin dağlarında arıları olan yaşlı amcaya sormuşlar, “Arılarınıza şeker veriyor musunuz?” Amca yanıtlamış, “şeker mi? Dağ başında şekeri bulabilsem arılara vermez kendim kullanırdım.” Ekmek tandır ekmeği. Duman kokuyor. Çeşit çeşit otlu peynirlerdeki otun tazeliğini ve aromasını hemen alabiliyor insan. Ancak onca çeşit kahvaltıyı hazırlamak kolay değil elbette. Arkadaşımız Şems bizden bir buçuk saat önce kalkıp kahvaltıyı hazırladı. Öyle bir niyeti yoktu ama akşam “Sen Van kahvaltısı hazırlayamazsın” değince gaza gelmiş. Sabah uyandığımızda 20 çeşitten fazla çeşit kahvaltıyı görünce iyi ki gaza getirmişim diye düşündüm. Jİlginç bulduğum bir şey daha. Gece yatmadan önce bahsettiğim Hakkari dağlarından gelen has bal ve ceviz servisi yapılıyor. Çok çocuk olayının sırrını o anda çözüyorum. Şaka bir yana muhabbet de bir tatlı oluyor ki kalabalık dağılıp sessizliğin hükmü başlayınca. Ve pencereden karlı Artos dağlarına vuran dolunayın ışığını seyre dalınca. Gece hava soğuk ama imdada Sevde’nin yün yatak ve yorganları ulaşıyor. Yorganlar pek ağır ve altına girince kımıldamak biraz güç gerektiriyor.
 Van çarşısında ve merkezde tatlı bir kaos yaşanıyor. Rus Çarşısında İran, Hint ve Çin malları satılıyor. Kendinizi bir anda Halep’te ya da Erbil’deymiş gibi hissediyorsunuz.  Belediyenin inşaat çalışmalarından dolayı şehir toz duman içerisinde. Belediye genelde halkın gözüne girmiş ve ona olan destek de giderek artıyor görüntüsü var. Aynı zamanda halk kendi görüşlerinin iktidarda olmasından dolayı tatlı bir şımarıklık yaşıyor. Ve gururla şimdiye kadar ne yaptıklarını ve gelecek projelerini anlatıyorlar. Kendilerine güven üst seviyede ve bundan sonraki seçimde daha yüksek bir oy oranıyla belediyeyi yönetmeye devam edeceklerini söylüyorlar.

Şehri ayak attığımızdan itibaren Kürtçe ve Kürt kültürünün her alanda bilinçli bir şekilde yaşandığını fark ediyorsunuz. Çarşıda pazarda, aile içinde ve Televizyonda sürekli Kürtçe kullanılıyor. 35 yaş üstü kadınların çoğu Türkçeyi az biliyor ve çocuklarıyla Kürtçe konuşuyorlar doğal olarak. Bu durum dilin çocuklara aktarımını devam ettiriyor. Küçük çocuklar bu sebeplerden okula gidinceye kadar sadece Kürtçe konuşuyorlar. İsimler eskiden olduğu gibi (orta yaş ve üstü)  Arapça kökenli değil, Kürtçe. Ciwan, Bahos, bedirhan, helin, Rojin, Rojda, Mir Kasım yaygın isimlerden bazıları. Sanki “yıllarca emek ve mücadele ederek bu haklarımızı aldık bunları da en güzel şekilde sürekli kullanmamız ve korumamız gerekiyor” bilinciyle hareket ediyorlar. Buna rağmen insanların farklı kültürlere, dinlere ve yaşamlara ilişkin ayırımcı ya da milliyetçi bir tavır içine girmedikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Dayılardan birisi “ Devlet bize zorla Türkçe öğretti. Böylece Kürtçeyi unutacağımızı düşündü. Ancak bilmeden bize iyilik yaptı. Hem Türkçeyi öğrendik hem de Kürtçeyi unutmadık. Yani iki dilli olduk. Ne güzel.” Biz ise iletişimi sevginin ve vücudun diliyle yapıyorduk. Fayruz nene bizi anlamadığı zaman hemen elimizi tutuyor ya da olmadı sarılıveriyor. O zaman ne konuştuğunuzun anlamı kalmıyor. Birbirimizi anlıyoruz.
Politika, Türkiye ve dünya gündemi şaşırtıcı bir şekilde ihtiyar kadınlar ve çocuklar dahil herkes tarafından nefesler tutularak takip ediliyor. Kürt kadını en az erkekler kadar toplumsal yaşamın, siyasetin, yerel yönetimin ve sivil toplum örgütlerinin içinde. Aşiret ve törelere dayalı yaşam batıdan göründüğünün aksine etkinliğini büyük oranda yitirmiş durumda. Buralar gerçekten hızlı bir değişim içerisinde. Gözler sürekli batıda ve batıdan kopuş yerine batıyla bütünleşme arzulanmaktadır. Bakın Arif abi ne diyor. “ Bir Vanlı ya da Hakkarili neden İstanbul’dan, İzmir’den yada Mersin’den vazgeçsin? Neden akrabalarıyla arasına sınır koymak istesin. Biz beraber yaşamak istiyoruz ama kardeşlerimizle aynı haklara sahip olarak.” “Hangi haklar” diye soruyorum. “Mesela diyor, ben de Türk kardeşim gibi çocuğuma kendi ana dilinde eğitim aldırmak istiyorum. Ama aynı zamanda Türkçeyi de öğretmek istiyorum. Aynı zamanda kardeşimiz de az da olsa dilimizi öğrensin, bizi tanısın istiyoruz.” Doğuya atfedilen şiddet, töre cinayetleri ve gericilik buradaki insanları çok üzmekte ve yanlış anlaşıldıklarını düşünüyorlar. Kalışımız süresince barışa ve huzura ne kadar değer verdiklerini ve artık şiddetin bu bölgeden göçüp gitmesini ne kadar çok arzuladıklarını anlatmaya ve bizi ikna etmeye çalıştılar.
Gezinin 2. gününde hava açık ve rüzgarlı. Van yüksek olduğu için gökyüzü çok yakın ve masmavi. Bulutlar beyaz ve hızlı hareket ediyorlar Van Denizinin üstünde. Denizin etrafını çevreleyen maket gibi dağlara gece daha fazla kar yağmış ve bize bol bol soğuk gönderiyor. Süphan ve Artos Dağları ile diğer dağlar Van denizini aralarına almış tatlı bir kibirle şöyle der gibi bakıyorlar. “Biz olmasak sen de olamazdın”. Şehir dışına çıkıp Deniz kenarına gelince insan kendini farklı bir gezegene düşmüş hissediyor. Sanki senelerce burada yaşıyor ve modern hayatı tanımıyoruz gibi bir his kaplıyor içimizi. Kendimizi daha fazla kaptırmadan devam ediyoruz gezmeye. Birazdan Van denizinin kıyısında Van’ın yazlık ilçeleri olan Edremit ve sonra Gevaş’a geliyoruz. Arkalarında dağlar kel ve ihtişamlı, şehirler ise kasaba havasında. Canım sonbahar renkleri meyve ve kavak ağaçlarında bizi kendine kendine çekiyor. Biz de kendimizi kaptırıyor ve renklere doğru yol alıyoruz. Enfes.
Az sonra teknedeyiz. Ermenilerden kalma son eserlerden olan ve hala bütün Dünya Ermelerinin en kutsal mekanlarından olan Ahtamar Adasındaki Surp Haç Kilisesine doğru yol alıyoruz. Hava daha soğuk ve deniz çok dalgalı. Tekne kağıt gemi gibi dalgaların üstünden üstünden gidiyor. Biz de salına salına gözlerimiz deniz ortasında ikamet eden kahverengi adaya ve kilisiye dalmış gidiyoruz. İnsanın aklına neler gelmiyor o anda. Tamara ve sevgilisinin bu sudaki mücadelesi, Tamara’nın babasının adada feneri nasıl tuttuğu ve delikanlıyı nasıl şaşırttığı, binlerce yıl buraya ibadete, pikniğe ve yüzmeye gelen Ermenilerin şamatası, gürültüsü ve denizden çıkan inci balıkları… Hayallerimiz bitmeden adaya çıktık ve etrafı badem ağaçlarıyla sarılmış olan kiliseye girdik. Orayı ziyaret eden herkesin ağzında aynı tepkiler dökülüyor. Duyuyorsunuz. “Vay be o tarihte böyle bir bina nasıl yapılabilir?” O tarih 10. Yüzyıl. Kilisedeki kubbeler, kemerler ve kapılarda kullanılan mimari hayranlık verici. 300 keşişin ikamet ettiği bu manastır 1895 olaylarından ve 1915 tehcirinden sonra tamamen boşaltılmış. Doğudaki birçok başka Ermeni anıtı ile birlikte Ahtamar Kilisesinin de 1951′de hükümet emriyle yıkımı kararlaştırılmış, 25 Haziran 1951′de başlatılan yıkım çalışması o dönemde genç bir gazeteci olan ve tesadüfen olaydan haberdar olan Yaşar Kemal’in müdahalesiyle durdurulmuştur. Ada ile ilgili diğer ilginç bilgi ise I. Gagik döneminde Vaspuragan Krallığına başkentlik yaptığı ve 16. Yüzyıla kadar üzerinde insanların yaşadığıdır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar hemen kendini gösteriyor. Korka korka kayalıklara çıkıp yarların ucuna oturdum. Arka planda mavi deniz ve karlı dağlarla beraber çeşit çeşit kuşları ve gümüş rengi tavşanları heyecanla ve hüzünle gözlemledim. Hüznümün sebebi geçmişte burada yaşanan acılar ve şimdiki insansızlık. Sessizlik. Mela sessizliği bozuyor. Dönüş vakti. Tekneye binip adayı ve kiliseyi arkamızda bırakıp yavaş yavaş uzaklaşınca hüzün daha da arttı.
Şehre, karmaşa dolu hayata geri dönüyoruz. Güneş batmak üzere. Hemen yeni restore edilmiş Van Kalesine çıkıyoruz. Bizi Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve Japonca anlatım yapan  çocuk rehberler karşılıyor. Ve durmadan aynı cümleyi tekrar ediyorlar, “abe, tarihi anlatayım mı?” “Tarihi anlatmak” sözcükleri takılıyor aklıma ve gülümsüyorum. Biraz ilerleyip gün hoşça kal demeye hazırlanırken bulutlar, Deniz, Kale ve güneşin oynaşması sonucu oluşan ilginç ışıklar altında şehrin masalımsı bir havaya büründüğünü görüyoruz şaşırarak. Dümdüz, çok renkli ve içinde birçok macera barındırdığı hissi veren bir şehir görünüyor yukardan. Hele güneş Denizde batarken kalenin en yüksek noktasına çıkmalı, rahat bir yer bulup oturmalı, nefesler 10 dakikalığına tutularak ya beyin ve gözlerle ya da fotoğraf makinesiyle o an kayda alınmalı. Ben iki yöntemi de kullandım. Biraz fotoğraf çektim. Çoğu zaman da yüzlerce yıl önce bu burçlardan bakan insanları hayal edip seyre daldım. Başka çarem de yoktu zaten. Tek fotoğraf makinemiz olduğu için Züleyha’yla makine kapma savaşına girmiştik. İkimiz de güneşin denizde saniye saniye dalışını izliyor ve ikimiz de makineyi kullanmak ve o anı kalbimizle beraber kadraja almak istiyorduk. Tatlı savaşın galibi tabi ki Züleyha idi.
Kalışımız boyunca aileler sırayla bizi akşam yemeği, kahvaltı ya da çaya davet edip misafirperverliklerini yaşatmaya çalıştı. Ve bunu içten, hesapsız ve karşılıksız yaptılar. Mutlu ederken mutlu oldular. Kültürlerinin bir parçasıydı bu muamele şekli. Topluca uğurlarken bizi çocukları gidiyormuş gibi üzüldüler. Şems’in annesi Fayruz elimi tutuyor. Gözleri dolu. Çok üzgün. Hem bizim gidişimize hem de Şems’in evlenmeyip yalnız kalmasına içerliyor. Kürtçe dualar eşliğinde havaalanına kadar geldi bizle. Ve “oğlum size emanet. İzmir’de yalnız kalmasın” manasında bir şey söyledi. Zayıf Kürtçemle O’nu teselli etmeye çalıştım. “Negri Haltimin, negri*”
Elbette ki Van’da her şey çok güzel, kusursuz ve mükemmel değil. Olması da mümkün değil. İsteyen istediği kadar olumsuzluk bulup hemen buradan kaçabilir. İsteyen de kendini farklı bir kültürde ve şehirde yaşayan hikâye kahramanı gibi hissedebilir. Bakış açısı işte. Ama her gezimden sonra hissettiğim bir şey var. Bir şehre gidiyorsan mümkünse o şehrin yerlisi bir ailenin yanında kalmalısın. Kültürü bir turist gibi okumak için değil kültürü yaşamak için. Son söz. Korkarım ki bir gün gelecek modernleşme ve sanayileşme bu geleneklerin büyük bir kısmını darmadağın edecek. Batıda geçmişte yaşandığı gibi. Belki de modernleşirken bu değerleri nasıl koruyabiliriz bunun üstünde kafa yormamız lazım. Kaybetmeden önce.  

* Ağlama Teyzem ağlama.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder