12 Haziran 2016 Pazar

İki Yakayı Bir Araya Getirmek; Yunanistan-Türkiye



Yunanistan deyince aklıma hep; “Çok yakın ama çok uzak” sözleri gelir. Çocukluğumda Türkiye ve komşularını gösteren haritayı sık sık incelerdim. Türkiye kıyılarının hemen dibindeki Yunan adalarına bakar, suyun üstünde sınırları bulmaya çalışır ve oralara neden gidemediğimizi düşünürdüm. Kimi zaman kalemi elime alıp minik boyuma bakmadan sınırları değiştirirdim. Sınırlar çok uzaklardan geçince bir özgürlük hissi yayılırdı vücuduma. Artık oralara gidebilirim diye sevinirdim. Yunanistan’ın Atina kentine bağlı Rafina ilçesindeki insanları tanıyıp hikayelerini dinleyince onların da benimle benzer şeyleri yaşamış olduklarını anlıyorum. Tek değilmişim. Karşı yakadakilerin de dünyasını ve hayal gücünü dar ediyormuş bu sınırlar.
Binlerce yıl sınırsız yaşayan Ege denizinin ve coğrafyasının insanları 90 yıldır birbirlerinden ayrılar.
Avrupa Birliği fikri ve projesi ile bu sınırı biraz gevşetme şansı yakalıyoruz. Denizden ya da karadan değil de havadan ulaşıyoruz Atinaya. İlk bakışta zeytin, okaliptüs ağaçları ile üzüm bağları karşılıyor bizi. Atina ve genelde Yunanistan Türkiye ile yapılan Mübadele anlaşması ile büyümüş ve bugünkü kimiğini kazanmıştır. Mübadele nedir? Arapça anlamı ‘Değiş Tokuş’ olan Mübadele sözcüğünü hikayesi kısaca şöyle; “Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan Krallığı'nın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır” Wikipedia.

Mübadelenin ne olduğunu ve Yunan toplumu üzerindeki etkisini bilmeden bu ülkeyi ve insanları tanımak sanırım mümkün değildir. Proje çalışmaları için geldiğimiz 14 bin (yazın 3 katına çıkıyor) nüfuslu sayfiye kasabası Rafinanın sakinleri çoğunlukla Bursa’nın Mudanya ilçesine bağlı Trilye kasabasından buraya göç etmek zorunda kalan insanların çocuklarıdır. İhtiyarların çoğunluğu ve çocuklarının bir kısmı Türkçe konuşabilmektedir. Belediye başkanı ile sohbet ederken ilginç hikayeler öğreniyoruz. Başkanın Trilyede dedesine ait olan ev halen ayakta durmakta dedesinin işlettiği fırını ise şu an bir Türk işletmektedir. Bu yüzden belediye başkanı memleketim dediği Trileyeye sık sık gidiyor ve atalarının mekanlarını ziyaret ediyor. Halihazırda
Mudanya ile Rafina kasabası kardeş belediye olunca da bu ilişkiler daha da sıkı fıkı haline gelmiş. Rafina’daki hayatı izlerken Trilye ve Anadoluya ait birçok şeyi fark ediyorsunuz. İnsanların davranış biçimleri, ortak yemek ve isimleri, tespih kullanmaları, nargile, kahve, boğma rakı içmeleri, geleneksel oyunları ve en önemlisi zeytinyağına ve aile bağlarına aşırı düşkünlükleri binlerce yıl birlikte yaşam sonucu ortaya çıkan ortak kültürü anlatıyor bize. Bütün bu ortak kültür öğelerinin sergilendiği Trilye Evi Müzesini ziyaret edip dantelli yatakları, mutfak terek dolabını, Trilyede çekilmiş siyah beyaz fotoğrafları ve müzik aletlerini görünce memleket aşkının ne kadar büyük ve ilginç bir his olduğunu ayrımına hüzün ile varıyorum. Trilyede doğmamış ve oraya gitmemiş olan insanların Trilye için memleketim demesi kişiliğini ve tarihini bununla inşa etmesi ne kadar olağanüstü birşey. Rafinaya sadece Trilyeden değil Anadolunun her köşesinden insan iki devletin kararı ile buraya göç etmek zorunda kalmış. Memleketlerinden gelen birisi olarak beni karşılarında görünce ne hikayeler anlattılar. Birkaçını sizlerle paylaşayım.
40 yaşlarında olan Savvas; “Tarihimiz, hayat hikayemiz ve ailemizin kökleri hep karşı kıyıda... Orası kimliğimizin güçlü bir parçası. Bizim evde herhafta sonu lahmacun, kebap ve baklava yapılır.
Geleneklerimiz devam ediyor. Trilye’deki hikayemi bilmezsem kendimi tanıyamam. Bu toplumu
da...”“Ben orada Trilyede doğmadım. Ama biliyorum oraya gidersem ağlayacağım. O yüzden gitmeyi sürekli erteliyorum. Ananemin orada geçirdikleri mutlu hikayeler ile büyüdüm”.
Yüzünde sürekli bir tebessüm ile Kostas konuşuyor; “AEK Külübü İstanbul’da kurulmuş. Bu yüzden Türkiye göçmeni insanların çoğu bu takımı tutar. AEK’nın kardeş takımı ise Beşiktaş”.
Sürekli uçuk ama çok hoşuma giden fikirleri ile Foça asıllı Sissy anlatıyor; “Mehmet, bu sınırları tekrar kaldırıp insanları tekrar birbirlerine karıştırmalı. Bu milliyeçilikler iki kültürü de mahvetmiş. Kurutmuş. Sınırsız bir Ege için bir dernek kuralım mı?”  Ben her zamanki gibi heyecana kapılıyor ve ‘yapalım’ diyorum. Yeni buluşmalar planlıyoruz. Türkiye’de ve Yunanistan’da.
Üsküdar Amerikan Kız lisesinde öğretmenlik yapan anne ve babanın kızları Katerina evlerinin ve okuduğu okulun fotoğraflarını göstererek anlatıyor; “1975’e kadar burada İstanbul Arnavutköy kıyısında yaşadım. Evimiz oradaydı. 13 yaşımda iken İstanbulumdan ayrılmak zorunda kaldım. Unutmam mümkün değil. Türk arkadaşlarımla hala görüşüyorum”. İstanbul’un Rumca yer isimlerini ve anlamlarını anlatıyor tane tane ve sevimli Türkçe aksanı ile... "Bebek Boğazın ve Dünyanın bebeği. Nasıl özlüyorum bir bilsen." diye bitiriyor konuşmasını.
İsmini hatırlayamadığım bir amca; “Askerliğimi 1972’de Sivas Temeltepede yaptım. 2 yıl. İstanbula döndüğümde Kıbrıs savaşı çıktı. Bize gidin dediler. Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldık. İstanbul benim memleketim. Orası bırakılacak bir yer değildi ama ne yapalım...”
Dedeleri Söke'den Atina’ya mübadele ile gelen öğretmen Sophie; "Bizim ve sizin okullardaki tarih
kitaplari bizi birbirimize düşman haline getiriyor. Tarih kitaplarini değil insanlarin yaşadiklari hikayeleri dinlemek lazim. Hem bu tarafta hem de o tarafta. Tarih kitaplari halklarin uzun dönemler yasadiklari barıştan neden hiç bahsetmez?”
Bu arada Yunanistan’da son dört senedir yapılan bir çalışma ile ders kitaplarında Türklerle ilgili ayrımcılık içeren ifadelerin kaldırıldığını öğreniyor ve çok seviniyorum. Darısı bizim kitapların başına diyorum...
Rafina ve Atina’da kaldığımız bir hafta boyunca yerli halk ve öğretmenler memleketlerinden gelen bizlerle muhabbet edip özlem gidermek ve misafirperverliklerini göstermek için sıklıkla yanımıza geldiler. Bizler de ikinci günden itibaren kendimizi memleketimizde el üstünde tutulan insanlar gibi hissetmeye başladık. Geziye beraber gittiğimiz öğretmen arkadaşlardan kimse bu kadarını beklemiyordu. Zeliha öğretmen bir şeyi itiraf ediyor; “Buraya gelmeden önce az da olsa bir tedirginlik hissediyordum. Ne de olsa sürekli düşmanlık hikayeleri ile büyütüldük.  Ama buraya gelince rahatladım. Mutlu ve memnun oldum”. Okul Müdürümüz Yaşadıkları ve dinledikleri karşısında şaşıran Sami Bey hislerini şöyle anlatıyor; “Daha önce sadece Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insanların acı hikayelerini dinlemiştim. Hiç hikayenin bu tarafını bilmiyordum. Çok etkilendim. En çok da belediye başkanının bana sarılıp “Kardaşım” demesi etkiledi. Gözlerim doldu”.
Yunanistan’da sadece Yunan hemşehrilerimizle karşılaşmadık. Partner okulumuzun organize ettiği
Kültürler Festivalinin konukları Ermeni çocuklar da orada idi. Şirin, sevimli ve enerjik çocuklar geleneksel kıyafetleri ile Kürt ve doğu ezgilerine çok benzeyen müzikler eşliğinde halk oyunları gösterileri sundular. Lorki şarkısı ile halay çekmeye başladıklarında tüylerim diken diken oldu. Sanki bir Kürt düğününde idim. Bu çocuklar da memleket hasreti çeken insanların çocukları idi. Nitekim yanlarına gidip konuştuğumda bazılarının dedelerinin Muş, Van, Maraş, Bingöl ve diğer kentlerden geldiklerini öğreniyorum. Etkinlik alanında açtıkları standta sundukları kebaplar, lavaşlar, tatlılar ile memleket hasreti giderdik. Mutfaklarımız, ezgilerimiz, yüz renklerimiz ve özlemlerimiz ne kadar çok benziyormuş....
Tanrıçalar ve Graffitiler Kenti; Atina
Filozofları, demokrasisi ve heykel sanatı ile
dünyayı en çok etkileyen kent Atinadır. Bu kentin derisinin altına girip tanımak için ayrıntılı gezmeye ihtiyacınız vardır. Keşfederken bu kadın kenti ilginç şeyler fark ettim. Atina filozoftur. Atina sporcudur. Atina gururludur. Atina lezzetlidir. Atina salaştır. Atina romantiktir. Atina feministtir. Atina denizdir. Atina tepeliklerde şaraptır.
Atina’yı doyasıya görmek için tam ortasında özellikle kondurulumuş gibi duran seyir tepesine çıkmanız lazım. Teleferikle çıkılan tepede beyaz

bir kilisenin yanıbaşından 3.750 bin nüfuslu ve 3.400 yaşındaki Atinayı 360 derecelik açı ile görebilirsiniz. Atinaya bakınca ilk göze çarpan şeyler;
çok katlı olmayan ama çoğunluğu modern olan binalar, mahallelerin arasına serpiştirilmiş gibin duran ve kentin nefesi durumundaki ormancıklar, tepede halen ayakta durmayı başarmış Akrapol ve etrafında kümelenmiş eski evler, biraz berisinde deniz ve kenti çevreleyen ormanlar... Bu tepeden baktıktan sonra kent gözünüzde somutlaşıyor ve yukarıdan gördüklerinize yakından bakmak için yola çıkıyorsunuz. Yunan demokrasinin son halini simgeleyen Meclis binası ve önünde geleneksel asker kıyafetleri ile nöbet tutan askerlerle her daim fotoğraf çektiren turistler... Hemen kıyısında elinizi uzatırsanız üzerine konup ekmekleri yiyen güvercinlerle muhabbet edebilirsiniz. Az ötede bu sokakta yaşlanmış
hissi uyandıran bir amcanın sattığı leziz susamlı simitlerden alabilir ve güvercinlerle paylaşabilirsiniz. Genelde sakin, kalabalık olmayan sokaklarında biraz yürüyor ve Yunanistan Ulusal
Bahçesine ulaşıyorsunuz. 1838 yılında Alman bir Agramonist tarafından 500 çeşit ağaç çeşidi ile yaratılmış olan bu vahaya girdiğinizde kendinizi kentten, hareketinden ve sıcağından kurtarıyorsunuz. Kente yapılacak en büyük iyilik onun nefes almasını sağlamak değil midir zaten? Zevkine, içkisine ve muhabbetine düşkün Atinalılar bunu uzun yıllar önce düşünüp hayata geçirmiş ve kent çok büyümesine rağmen bu botanik bahçesi bugüne kadar küçülmeden gelebilmiştir.
Aynı bölgede protestoların ve bilimin kalbi Atina Politeknik üniversitesi tarihi yapısı ve her türlü aykırı fikrin yazılı olduğu duvarları ile karşı karşıya geliyorsunuz. Kimi zaman şiddet yüklü protestoların eksik olmadığı bu ünivesiteye polisin girmesi yasal olarak mümkün değilmiş.
Üniversitenin ve Atina kentinin geneline yayılan grafitti aşkı ile her çeşit bina çeşit çeşit grafftilerle kaplanmış. Sanırım yaşanan ekonomik krizin bir yansıması idi bu. Gençlerin kendilerini anlatma biçimlerinden en önemlisi olmuş graffiti.  





Atina'da İzmir
İzmir'den Atina'ya göç eden Rumlar Atina'da küçük izmiri yaratmışlar. İsmi Nea Symirni yani Yeni
İzmir. İzmir’in saat kulesini, tarihi binalarını, benzer caddelerini ve fuarını yaratarak memleket hasreti gidermeye çalışmışlar. Yanlarına İzmir'i götürmüşler desem abartılı olmayacak. Yeni İzmir'de yaşayan Katerina bu bilgileri bana heyecanla anlatıyor. "İnsanlar ve en çok ben İzmiri, İstanbulu, Trilyeyi ve diğer Ege kentlerini unutamıyoruz. Burada hayata kaldığımız yerden devam ettik". 


Akrapolun Gölgesinde bir yaşam alanı; Monastraki Bit Pazarı
Monastraki Bit Pazarına girdiğiniz anda kendinizi İzmirin tarihi Kemeraltı Çarşısındamışınız gibi
hissediyorsunuz. Dükkanların önlerine taşmış renkli kıyafetler, çarşıda yürüyen farklı kültürlerden insanlar, kahve keyfini çıkaran ehlikeyfler, ucuzluk, seyyar meyve satıcıları, sürekli bir devinim hali... Kemeraltıdaymış gibi hissetmemek elde değil. Tek farkı buradaki insanların daha yavaş ve telaşsız olma halleri. Birbilerine Osmanlıdan beri komşuluk yapan cami ve kilisenin baktığı meydanda turistler, satıcılar, sıcaktan kaçıp buzlu frappelerini içenlenler ve seyyahlar bulunuyor. Arasıra kulanığınıza çalınan Türkçe sözcüklerle yukarıda kentin sahibi gibi davranan dev Akrapol efendiyi seyre dalınca Atinayı yani Doğu ve Batıyı aynı anda  hissediyorsunuz. Beş asır boyunca Atina’da hüküm süren Osmanlı ve ondan önce sürekli ortadoğu ve mezepotamya ile içli dışlı hayatlar yaşayan
ve halen içerisinde Türk, Pomak, Yahudi, Arnamut ve daha birçok farklı kültürü içinde taşıyan Atina’nın doğuya ait renkleri koyu bir şekilde üstünde taşıması garip olmasa gerek. Atinayı çekici kılan da bu özelliği sanki... Kentte gezinirken Philip Marcel’in Levant kitabında tasvirini yaptığı 1920lerin İzmir ya da Selanikini hatırladım. Çok çeşitli ve renkli...  
 Atinalılar Akropolun kıyısında ve Akrapole yakışan tasarım ile muhteşem bir müze inşa etmişler.  Eski kentin üzerine kurulmuş ve zemininde yer alan kazı alanlarını ve ortaya çıkarılmış kadim kentler camla örtülmüş. Müzenin ilk katında camlar üzerinde dolaşırken insan aşağıya bakıyor ve boşlukta yürüyormuş gibi hissediyor. Taşlara ruh ve his verme konusunda becerikli olan Yunan heykeltraşların eserlerini ve tarih içerisinde evrimleşen heykel sanatını izlemek ve üstelik tarihi işini aşkla yapan bir rehberden
dinlemek çok etkileyici. Pagan tapınağı iken kilisiye çevirilen Akropoldeki Artemis tapınağı Osmanların burayı ele geçirmesi ile camiye dönüştürüyorlar. Bağımsızlık savaşından sonra Akrapol tekrar Yunan egemenliğine girince ise cami olan tapınak tekrar kilise haline getiriliyor. Dünyanın birçok yerinde yaşanmış hikayeler gibi...  Halen garip gelir bana...
Yunanistan'da kaldığım bir hafta boyunca en çok sevdiğim şey yemek kültürü ve etrafında hayat bulan hoş sohbetler. Binlerce yıllık tecrübe ile demlenmiş bu kültür balık, kalamar, ahtapot ve karides gibi deniz ürünlerini Akdenizin enfes zeytinyağı ve baharatları ile buluşturmayı başarmış. Sofraya yine bu verimli toprakların ürünü olan şahane sebze, meyve, şarap, uzo ve rakıyı yerleştirmiş. Bu tatlarların sıralandığı masayı hakim bir
tepeye yerleştirip etrafında dostları ve yeni tanışıp hemen ısınıverdiğiniz insanları buluyor ve hayatın değerli anlarından birisini yaşıyoruz. İçine buzikiyi ve Yunan ezgilerini de katıp sınırları aşan muhabbetlere dalıyor ve hayalini kurduğumuz hayatı kısa süreliğine yakalıyoruz. Benzerliklerimizin ilişkiyi kolaylaştırdığı ancak farklılıklarımızın tehlikeli olmadığını aksine hayatlarımızı şenlikli hale getirdiğini gördük yeniden. Sadece kendimize benzeyen kültürlerle beraber yaşamanın sıkıcı olacağını bizi ve kültürümüzü fakirleştireceğini tekrardan öğreniyorduk. Ve işte bu yüzden Mübadele ile birbirinden ayrılan kültürlerin değişim damarının zayıfladığını hissediyoruz. Kültürler kendi içlerine
kapanmış birbirlerine dokunamamaktan kaynaklı yabancılaşma ortaya çıkmış. Bu da son derece normaldi. Kardeşimizi uzun süre görmediğimizde bile hafiften bir uzaklık hissetmez miyiz? Peki ya bunun tersi olsaydı? Ege’de beraber yaşamaya devam etseydik! Ege’nin iki yakası daha renkli ve her konuda daha gelişmiş olmaz mıydı?
Okul ve Eğitim...
İki senedir proje ortağımız olan ilkokulda bir hafta zaman geçirdik. Bu süre içerisinde evimizi
gibi oldu. Neler gördük? Neler öğrendik? Yunanistanda okullar belediyeye bağlı ve ihtiyaçlarını belediye karşılıyor. Ancak öğretmen maaşlarını devlet ödüyor.  İlkokul 6 sene. Geniş bir bahçesi ve çok amaçlı salonu olan okulda sınıflar da 20-25 kişi arasında değişiyor. Öğretmen bir sınıfı en fazla iki sene okutuyor. 130 öğrencisi olan okulda 7 öğretmen, 1 müdür ve  yardımcı hizmetliler bulunuyor. Okul müdürünün en az yüksek lisans mezunu olması gerekiyor. Okul kantininde çikolata bisküvi vb.şeyler bulunmuyor. Sadece ev yapımı börek, poğaça türü şeyler satılıyor. Öğrenciler evden getirdikleri yemeklerini de kantinin mikro dalga fırınında ısıtabiliyorlar. Öğretmenler de bu kantini yemek yemek ve kahve içmek için kullanıyor. Bir de sigara içmek için... Okulda blok dersler yapılıyor ve tenefüslerde tüm çocuklar bahçeye çıkartılıyor. Sadece bahçede bir nöbetçi öğretmen duruyor. Öğrencilerin motivasyonu ve birbirlerine karşı davranışları genelde çok olumlu. Grup ve
diğer çalışmalarda yarışmak yerine birbirlerine destek olmaya çalışıyorlar. Bu sistemde test ve sınav yarışının olmadığını görmek çok sevindirici. Projelerle, okuma, anlatma ve yaratıcı yazma etkinlikleri ile derslerin işlendiğini gözlemledik. Bu arada okulda Çinli, Bulgar, Arnavut ve diğer milletlerden çocuklar bulunmakta. Yunancayı iyi bildiklerini, okul ortamına iyi uyum sağladıklarını ve Yunan
öğrencilerle ilişkilerinin çok güzel olduğunu  görüyoruz. Okullar tam gün ve saat 14.30da bitiyor. Çalışan ailelerin çocukları için güzel bir uygulama var. Paydos zilinden sonra çalışan ailelerin çocukları okulda kalıyor ve onlara eşlik edecek, ders ya da sosyal etkinlik yaptıracak bir öğretmen bulunduruluyor. İngilizce öğretimi ana sınıfında başlıyor. Ders anlattığız sınıflarda ve
dışarıda sohbet ettiğimiz çocuklarda İngilizce seviyesinin yaşlarına göre iyi olduğunu fark ediyoruz. Elbette çocuklar arasında dil seviye farkı da bulunuyor. İlkokul düzeyinde İngilizce, resim, müzik ve beden eğitimi derslerine branş öğretmenleri giriyor. Din dersi var ancak Ortodoks Hristiyan olmayanlar (Protestan, Katolik, vb.) ile Müslüman, Yahudi, Budist, Zerdüşt ve diğer dinlere mensup ailelerin çocukları din dersinden muaflar. Ve son bilgi. Okulun mevcudu 300 kişiyi geçince hemen yeni bir okul açılıyor.
Bu arada Rafina ilkokulunun çocukları tıpkı bizim ülkemizdeki çocuklar gibi cana yakın, enerjik, yeniliklere açık ve farklı kültürden gelenlerle konuşmayı çok seviyorlar. Onları bizim çocuklarla mektup arkadaşı yapıp dostluğun temellerini çekirdekten kurduk.

Bir seyahatten daha döndüm ve her zamanki gibi artık eski ben değilim. Yeni dostlarla, deneyimlediğim kültürle, ziyaret ettiğim mekanlar ve dinlediğim insan hikayeleri ile artık daha farklı bir insanım. Bundan sonra Ege denizine, Egenin tarihine ve buralarda yaşamış ve yaşayan insanlara bakışım daha değişik olacak. Elbette olumlu duygular ağır basacak. Seyahatten çoğu zaman hasat ettiğim de bunlar zaten. Şimdi bu duyguları ve yaşananları memleketimdeki insanlara ulaştırma serüveni başlayacak.
Yunanistan'daki yeni dostlarla bir sonraki buluşmamız Ege'nin bu kıyısında olacak. İzmir'de. Yeni dostların dedelerinin yaşadığı mekanlar ve evler ziyaret edilecek, buzukinin yanına bağlama eklenip şarkılar söylenecek, rakı ve uzo beraber içilecek ve halayla beraber sirtaki yapılacak. İki halkın dostluğuna ve barışa yürekten inanan Yaşar Kemal’i ve Dido Sotiru’yu aynı anda okuyacağız. Böylece Ege’nin iki yakasını yeniden bir araya getirme yolunda minik bir katkı vermiş olacağız. Ve son olarak bana Triyle yolları görünüyor. Rafina’daki dostların memleketlerine gönderdikleri selamları götüreceğim. Ve dedelerinin bıraktığı eserlere dokunacağım. Onlar için. Sonra da kim bilir belki Ege’nin bu yakasında İzmir’de yaşayan göçmenlerle eski memleketleri olan Selanik ve Girit'e gideriz. Çok güzel olmaz mıydı?
Mehmet Ateş

11 Haziran 2016





















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder